Elselijn Kingma’ın 18 Nisan 2020 tarihli yazısına şu sayfadan ulaşabilirsiniz. Çeviren: Mete Han Gencer. Görsel: Hilal Güler, dijital kolaj.
Hamilelik, insanı ikiye katlanmasını veya bölünmesini içerdiğinden ve “ben” ve “diğerleri” veya zihin ve beden arasındaki ayrımlarla ilgili güçlü olduğu varsayılan pek çok felsefi varsayıma meydan okuduğundan, eşsiz, şaşırtıcı ve duygu karışıklıklarıyla dolu bir süreç olarak tarif edilmiştir. Fakat hamilelik tam olarak nedir? Bu eşsiz insan – ve memeli – durumu nedir? Hamileliğin doğası nedir?
Bu sorunun felsefede – ve bir bütün olarak Batı’nın entelektüel tarihinde – yeterince araştırılmamış gibi durduğunu söyleyen ilk kişi ben olmazdım. Kürtajla ilgili hızla gelişmekte olan felsefi literatür ve her tarafa yayılmış kamusal tartışmalar düşünülürse bu şaşırtıcı bir iddiadır. Ancak kürtajla ilgili tartışmalar hamileliğin doğasına nadiren değinmektedir. Bunun yerine, kürtaj tartışmaları genellikle bir fetüsün ne olduğunu sormaktadır. Bu tür tartışmalar, fetüsün bir değeri, hakları, yetkileri olup olmadığına ve bir insanın meşru şekilde onun varlığı için olmazsa olmaz olan yaşam desteğini kesip kesemeyeceğine odaklanmaktadır.
Ancak bu, bize hamileliğin ne olduğunu söylememektedir. Bu tür tartışmalar, bize hamileliğin veya anne-bebek ilişkisinin doğasıyla ilgili hiçbir şey söylememektedir. Bir bakıma, bu ihmal son derece şaşırtıcıdır çünkü tüm insanlar – en azından bir durup düşünürlerse – kürtajla ilgili soruların eşsiz, inatçı ve köklü olmasının sebebinin hamileliğin doğasının eşsiz olması olduğuna katılmaktadır.
Yalnızca hamilelikte kendimizi – diğer hiçbir insani durumda olmayan bir şekilde – gelişmekte olan bir insana direkt, sürekli ve olmazsa olmaz bir yaşam desteği verirken bulmakta ve bu desteği sağlamak için tüm bedenimizi kullanmaktayız. Üstelik o insanın tam olarak içimizde büyüdüğünü görmekteyiz. Diğer tarafın bakış açısından bakmak gerekirse şöyle de diyebiliriz: Yalnızca hamilelikte gelişmekte olan bir insan kendisini belirli başka bir bireye tamamen bağımlı bulmakta, onun içinde yaşamakta, onun fizyolojisine doğrudan bağlanmakta ve fiziksel/hormonal durumuna direkt bir biçimde dahil olmaktadır.
O halde, bu eşsiz – ama tamamen alışılmış ve dünyevi olan – insan ve memeli durumunu nasıl anlamalıyız? Anne-bebek ilişkisi nedir? Bu sorular üzerine düşünmenin birçok yolu vardır ama en azından bir başlangıç noktası parçalar hakkında düşünmektir. Sonuçta, bedenimizde yer alan çoğu şey bedenimizin parçalarıdır. Sadece kalbimiz ve böbreklerimiz değil kanımız, eşey hücrelerimiz ve baştan aşağı bedenimizi oluşturan sürekli bir değişim halindeki moleküller de bedenimizin parçalarıdır. Hatta belki bize bağışlanan kan veya organlar da öyledir. Embriyo/fetüs de diğer beden parçaları gibi memelilerin en iç bölgelerinde yer almaktadır. Bu durumda, o da memelilerin bir parçası mıdır yoksa, metaforik olarak fırına atılan mercimek gibi, bedende sadece bir süreliğine ikamet eden, bedenin parça olmayan bir sakini midir?
Sizi bu soruyu düşünmeye davet ediyorum. Çok yaygın bir şekilde tam tersi varsayılıyor gibi gözükmesine rağmen, ben fetüsün gerçekten de anne organizmanın bir parçası olduğunu iddia etme eğilimindeyim. Her şeyden önce, fetüs hamile organizma tarafından immünolojik olarak tolere edilmektedir. İkinci olarak, cenin ve anne hücrelerinin bir karışımından – aralarında net bir ayrım olmayacak şekilde – oluşan göbek bağı ve plasenta ile doğrudan ve topolojik olarak anne organizmanın geri kalanına bağlıdır. Üçüncüsü, fetüs fizyolojik olarak hamile organizmaya entegre olmuş durumdadır ve tek bir metabolik sistemin bir parçası olarak düzenlenmektedir. Bunların hiçbiri organizmik parçalığın mükemmel göstergesi olmasa da birlikte düşünüldüklerinde güçlü bir argüman oluşturmaktadırlar. Bunların hepsinin doğum esnasında tamamen değiştiğini de göz ardı etmemek gerekir: Doğan bebek artık topolojik olarak bağlı değildir (ve plasenta ve göbek bağı atılmıştır); bebek artık kendi başına fizyolojik, homeostatik ve metabolik bir birimdir (yine de hâlâ ciddi biçimde anne bakımı/gözetimine ve genel olarak bakıma ihtiyacı vardır) ve artık annenin bağışıklık sistemiyle doğrudan bir etkileşim halinde değildir.
Aynı zamanda, fetüsün bir parça olmadığına dair bir tane bile iyi argüman bulamamaktayım; söz konusu pozisyon, genelde savunulmaktansa varsayılmaktadır.
Elbette, bunun tartışmanın sonu olduğunu ima etmiyorum. Aksine, bunun tartışmanın başlangıcı olduğunu ummaktayım. Aslında, hamileliğin – her insanın, her memelinin, dünyaya geldiği sürecin – doğası hakkında ciddi şekilde düşünmeye başlamak için 2020 oldukça geç. Ölüm, bunun tersine, (bana çok daha az karmaşık gelen bir konu olmasına rağmen) en az 2000 yıldır tartışılan gözde felsefi konulardan biri olmuştur.
Ortada soruya dair hiç önemli argüman veya düşünce olmadığını göz önünde bulundurduğumuzda, fetüslerin parça olmadığına dair inancın bu kadar köklü olması oldukça şaşırtıcıdır. Esas umudum bu durumun değişmesi ve benim dediklerimin hamileliğin doğası üzerine sorulara cevaplar üreten zengin ve dikkatli bir kolektif çabanın son değil ilk ürünü olmasıdır.
Nihayetinde, insanlar sık sık nereden geldiğini bilmiyorsan nereye gideceğini de bilmiyorsundur demez mi? Hepimiz bir hamilelikten geldik; o zaman şimdi arayı kapatmanın ve bunun ne demek olduğunu anlamanın vakti geldi.