Charlotte Perkins Gilman bugün en çok ‘Sarı Duvar Kâğıdı’ The Yellow Wallpaper ile bilinmektedir. Antolojilerde geniş çapta yer almış bu kısa öykü, Gotik gelenekleri feminist içgörürlerle birleştirmektedir. Bu öykü, aynı zamanda ataerkilliğin, Edgar Allan Poe ve Gloria Steinem ortak kaleminden çıkmışçasına tüyler ürpertici bir incelemesidir. Gilman’ın kariyerine Edward Bellamy’nin çok satan ütopik romanı Geçmişe Bakış: 2000’den 1887’ye Looking Backward: 2000-1887‘den esinlenen ve kısa ömürlü bir siyasi hareket olan Milliyetçilik [Nationalism] adına bir konuşmacı ve yazar olarak başladığını ise bundan daha az insan bilir. Bu kariyerini içlerinde sadece kadınların olduğu ideal bir toplum hakkında eğlenceli bir roman olan Herland (1915) isimli eserinin de bulunduğu kendi ütopik bilim kurgularının yazarı olarak bitirdi.
Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü [The Handmaid’s Tale (1985)] kitabının distopik karamsarlığının yeniden canlandığı bu günlerde Gilman’ın ütopik feminizmi bize ne söylüyor?
Gilman genç bir kadınken, Bellamy’nin ütopik sosyalizmine kadınların ekonomik bağımsızlığı konusundaki duruşu nedeniyle kapıldı; Geriye Bakmak’ta tasvir edilen toplumda, her kadın ve erkek ‘eşit ödeme’ almaktadır. Bellamy, toplumsal cinsiyet eşitliğinin bu ekonomik eşitliği takip edeceğinden emindi. Fakat Gilman farklı bir yaklaşım benimseyerek, ütopyanın gerçekleşmesinin kadınların ‘anne içgüdüsüne’ bağlı olduğuna inanıyor ve ‘büyük annelik’ dediği şeyi savunuyordu. Bellamyite şiiri “Anneden Çocuğa” Mother to Child yazdığı gibi:
Çocuğumun hatırına, kurtarmak için acele etmeliyim
Dünya üzerindeki tüm çocukları hapishaneden ve mezardan
For the sake of my child, I must hasten to save
All the children on earth from the jail and the grave.
Hayatının çalışması, “Dünyanın Annesi” olarak adlandırdığı, tüm insan ırkını seven, koruyan ve öğreten özverili, besleyici kadın ruhu kavramına odaklandı.
- yüzyılın ilk on yılında, Bellamy’nin Milliyetçi hareketinin çöküşünün ardından, Gilman ütopik kurguya yöneldi, üç roman, bir uzun hikâye ve bir dizi kısa öykü üretti. Hepsi aynı ütopik planın çeşitlemeleriydi: daha büyük bir anneliğin özverili etiğini yaymak için ideal toplum, sadece kadının geleneksel ev işlerinden ve çocuk yetiştirmekten (toplumsal yaşam ve profesyonel çocuk bakımının bir kombinasyonunu tahayyül ediyordu) özgürleştirilmesiyle, son derece kısa bir sürede barışçıl bir şekilde elde edilebilirdi.
1915’te Gilman, Alfred Lord Tennyson’ın Prenses (1847)’inin – tamamen kadınlardan oluşan bir toplum- olay kurgusu ile eril macera hikayelerinin gelenekleri birleştirerek, bu kurgusal kalıbı bir ütopik kurgu olan Herland ile kırdı. Romanda, dünyanın uzak bir yerine bilimsel bir bilimsel keşif gezisine çıkan üç cesur genç adam, ırak bir sıradağda bulunan ve yalnızca kadınların yaşadığı bir toprakla ilgili hikayeler duyar. Bu adamlar bir çift kanatlı uçak alırlar ve dağlara doğru yola çıkarlar. İndikten sonra kısa süre sonra üç güzel genç kadını görürler ve onları takip etmeye başlarlar. Atletik ve olgun olan genç kadınlar, erkekleri kolayca atlatırlar. Silahsız ama disiplinli kadınlardan oluşan bu grup onları kloroform ile bayıltır ve onları korunan bir kalede ev hapsine alır.
Bu noktada roman, Herland’ın toplumu üzerine uzun tartışmalarla ütopik bir anlatıma geçer. Gilman, ütopik kurgunun tipik meselelerine, iş, politika ve hükümet, son derece kayıtsızdı. Bunun yerine, hayvan hakları gibi kendi çıkarlarına odaklanmak adına kendi fantastik önermesini kullandı. Herland’ın yerlileri, yiyecek için katletmenin doğasında zulüm olması sebebiyle bölgedeki tüm evcil hayvanları yok etmişlerdir. İnekleri buzağılarından ayırma fikri karşısında dehşete düşmektedirler. Anneliğin doğal süreçlerine herhangi bir müdahale, onlara tiksindirici gelmektedir.
Annelik, Herland toplumunun merkezindedir. Romanda ‘anne’ kelimesi veya türevleri 150’den fazla kez geçer. Herland’ın kadınları partenogenetik (döllenmesiz) olarak ürer, yalnızca kız çocukları doğururlar. Bu kız çocukları komünal olarak yetiştirilir ve her çocuk herkesin çocuğu olarak kabul edilir. Kadınlardan biri bu durumu, “Her birimizin sevecek ve hizmet edecek bir milyon çocuğu var” diye açıklar.
Gilman açıkçası Herland’ın ekonomisini açıklamaya gerek duymamıştır, çünkü bu ona çok açıkça görünmektedir. “Bütün zihinsel bakış açısı” kolektif olan bu “doğal işbirlikçiler” in toplumunda, kapitalizmin doğasında var olan bireyciliğe ve rekabetçiliğe hiçbir yer yoktur. Bunun yerine, bir ana devlet, her vatandaşın temel ihtiyaçlarını karşılamaktadır.
Herland, Gilman’ın kadınların ‘annelik içgüdüsü’ yorumuna, anne olarak kendi feci deneyimine rağmen tutunduğu bir fikre bağlıdır. Gilman 24 yaşındayken tek çocuğu olan kızının doğumunun ardından korkunç bir depresyona girdi, hayatının bu bölümünden ‘Sarı Duvar Kâğıdı’ ta yararlandı. Kızı üç yaşındayken Gilman kocasından ayrıldı; altı yıl sonra ondan boşandı ve çocuklarının velayetinden vazgeçti. Herland, annelik ruhunu ütopik kutlaması ile zor kişisel deneyimi arasındaki çelişkileri uzlaştırmasını sağladı. Herland’daki her kadın partenogenetik üreme yeteneğine sahip olsa da kolektif ve profesyonel bir şekilde çocuk yetiştirme yetkisi yalnızca seçkinlere emanet edilmiştir. Gilman’ın konuya ilgisi, erkekler gibi kadınların da ev dışında çalışmayı dünyaya borçlu olduğu inancını, çocuk yetiştirmenin gelecekteki ırk için çok hayati olduğu ve profesyonellere emanet edilmesi gerektiğine dair kendi kendini aklayan inancıyla harmanladı. Gilman, ortalama bir kadının annelik anlayışının küçüklüğüyle, sahipleniliciliğiyle alay etti: çocuklarım, ailem, evim. Herland’ın yerlileri her çocuğu kendilerinin, tüm nüfusu tek bir aile, ulusu is ev olarak görürler.
Herland, yayınlanmasından kısa bir süre sonra gözden kayboldu. Gilman, romanı The Forerunner adlı kendi yayınladığı ve kısa süre sonra kapanan dergisinde seri haline getirdi ve hiçbir zaman kitap biçiminde çıkmadı. Roman, 1970’lerin sonlarında, ciltsiz bir baskıyı düzenleyen Amerikalı bilim insanı Ann J Lane tarafından yeniden canlandırıldı. Başlangıçta, roman yeniden keşfedilen bir feminist klasik olarak karşılandı, fakat bilim camiası daha eleştirel bir yaklaşıma yöneldiler. Stratejik olarak tanımlanmamış “ırkı” geliştirme takıntısını Gilman’ın ütopyacılığının altında yatan öjenik rejim ve aynı zamanda cinsiyet özcülüğü olarak tanımladılar. Gilman’ın diğer yazılarına dayanarak, beyaz ırkçılığının ütopik projesinin merkezinde olduğunu ikna edici bir şekilde savundular.
Yeniden keşfinden kırk yıl sonra, Herland ne artık bir zamanlar olduğu gibi tamamen eğlenceli, kaygısız spekülatif bir kurgu gibi görünmekte, ne de kolektif çocuk yetiştirme ana teması, bariz bir cinsiyetçi ve ırkçı olan Beyaz Saraydan farklı Damızlık Kızın Öyküsünü canlandıran cinsiyetçi rejimlerden ilericiler için güçlü bir uyarıcı rolünde bir hikâye olarak görülmektedir.
Herland’ın zamana bağlı eksikliklerine rağmen, onun her çocuğun değerli olduğu ve gelir, barınma, eğitim ve adalet eşitsizliklerinin olmadığı, yoksulluk ve savaşın olmadığı bir toplum vizyonuna ihtiyacımız var. Tüm kusurlarına rağmen, Herland şiddet içermeyen demokratik sosyalist hayal gücünün besbelli bir ifadesi olmaya devam ediyor. Herland, ütopik gelenekteki başka herhangi bir eser kadar, Oscar Wilde’ın özdeyişinin gerçeğini bize hatırlatıyor: “Ütopya’yı içermeyen bir dünya haritası, göz atmaya bile değmez.”.