Feminist politikalar çoğu insanın sinirine dokunur, ancak kadınların hayatını tamamıyla değiştiren şu temel ahlaki anlayışa pek azı karşı çıkabilir: kadınlar erkeklerle aynı haklara ve saygınlığa muhataptır. Peki şu anda haberler Müslüman kadınların çektikleri eziyetle dolup taşarken, feministler nerede? Öfke nerede?
11 Eylül’den kısa bir süre sonra, Afganistan’da mavi uzaylılar gibi gözüken insanların resimleri gazeteleri doldurduğunda feministler için bayram günü gibiydi. Aslında feminist çoğunluğun hakkını teslim etmek gerek, 90’ların ortalarından beri Afgan kızların okula gitmesinin yasaklandığını, kadınların cinselliklerini yaşadıkları için taşlandığını, topuklu ayakkabı giyip bileklerini gösterirlerse acımasızca dövüldüklerini, yanlarında erkek bir akrabaları olmadan evden dışarı çıkmalarının yasak olduğunu ve hatta görevli doktor erkekse tıbbi hizmet almaktan alıkonulduklarını kamuoyuna duyuruyordu.
Bunlara rağmen Taliban’ın diktatörlüğünün sadece kadınlarla alakalı uç fikirleri içermesi değil, aynı zamanda bu fikirleri yasaya ve pratiğe uygulayışındaki başarısı olduğu anlaşıldığı zaman feministlerin çıtları çıkmadı.
Birleşik Arap Emirlikleri’nde kocaların eşlerini dövmeye hakkı vardır, Gulf News’in açıkladığına göre “dövmek kemiklerine zarar vermek veya şekline hasar vermek kadar ciddi bir şey değildir”. Suudi Arabistan’da kadınlar oy kullanamaz, araba süremez, yüzlerini gösteremez ve dışarıda akrabası olmayan erkeklerle konuşamaz. Neyse ki eğitim haklarının bir kısmı teslim edilen Suudi kızlar okula gidebiliyor ve hatta üniversiteye de girebiliyorlar. Ama üniversiteye girdiklerinde sınıfta onlar için ayrılan özel bir odacıkta öğretim görevlisini bir televizyon üzerinden seyrediyorlar. Bir soruları olduğunda da hocalarını (allah korusun) yanında bir kadın olması tehlikesine maruz bırakmadan, masalarının yanında bulunan butona basarak öğretmenleriyle iletişime geçebiliyorlar. Bu şekliyle bakınca Suudi Arabistan’da eğitim görmenin kadınların sağlığı için nasıl tehlikeli olabileceğini görebiliyoruz. Mesela Mekke’de geçtiğimiz baharda bir grup polis (mutaween) ve Değerleri Koruma Komisyonu, okullarında yangın çıktığı sırada kaçan bazı kız öğrencileri yanan binaya tesettürleri uygun olmadığı için geri gönderdi. Bu yangında 15 kız öldü.
Kuzey Nijerya’nın Katsina eyaletinde Müslüman mahkemesi, bir kadının evlilik dışı çocuğu olduğu için taşlanarak öldürülmesine karar verdiğinde feministlerden çok bir şey duymadık. Bu vakanın kendisi çok fazla dikkat çekmemiş olabilir, sonuçta taşlanma İslam dünyasının bazı yerlerinde yaygın. Ama bu kadının 14 yaşında evlendirildiği kocası, bekaretinin onun için çekiciliği gider gitmez kadından boşandı ve hüküm vakti geldiğinde kadının hala emzirdiği bir bebeği vardı.
Yine İslam dünyasında yaygın olan namus cinayetleri alevlendiğinde, ki bu cinayetler otoritenin ya caydırıcı olmayacak şekilde cezalandırdığı ya da tamamen göz ardı ettiği olaylardır, feministlerden pek bir şey duymadık. Eylül’de, Reuters “şerefimi, ailemi ve namusumu savunuyorum” diyerek dayısının ona tecavüz ettiğinden şüphelendiği için kızının kafasını kesen bir adamın hikayesini paylaştı. Otopsi raporu kızın hala bakire olduğunu gösterdi. Bir diğer aile olayında da Yemeni bir adam düğününün gecesinde kızını bakire olmadığını düşündüğü için öldürdü. Sonrasında gelen tıbbi rapor kadının bakire olduğunu açıkladığında yetkililer adamın durumunu “kendini toplumda küçük duruma düşmenin utancından korumaya çalışmak” olarak yorumladı. Pakistan’daki İnsan Hakları Komisyonu’na göre her gün iki kadın “aile onurunu” korumak adına intikam için öldürülüyor.
Böylesine bir zalimlik sadece ülkelerin ücra köylerinde yaşanmıyor. Nispeten modern sayılabilecek Ürdün’de geçen yıl ceza kanunu değiştirilene kadar namus cinayetlerinin tamamı cezadan muaftı. Maalesef ki Ürdün’de yaşayan ve geçtiğimiz günlerde “aile namusunu aklamak için” 19 yaşındaki kız kardeşini 40 yerinden bıçaklayan genç bir Filistinli ve Amman yakınlarında 23 yaşındaki kız kardeşini “ahlaksız davranışları” nedeniyle kamyonuyla ezen başka bir adam belli ki henüz yeni yasalara uyum göstermemişti. İngiliz psikiyatrist Anthony Daniels’in raporuna göre genç kızlar, İngiliz ve Müslüman babaları tarafından sıklıkla anavatanları olan Pakistan’a geri dönüp orada evlenmeleri için baskıya maruz kalıyor. Bu tip babalar genelde kızları direnirlerse onları öldürüyorlar. Buna bir örnek olarak İsveç’te halk arasında uzun zaman konuşulmuş Fadime Şahindal’ın hikayesi var. 26 yaşındaki Kürt kökenli Fadime, İsveçli erkek arkadaşıyla yaşamaya başladıktan sonra babası tarafından öldürülüyor. Aile olayın ardından “orospu öldü” diye bir açıklama yapıyor.
Neredeyse farklı varyasyonlarıyla bir kataloğa dönüşen bu zalimce olaylara bakınca insanın aklına şu soru geliyor: Batılı feministlerin Müslüman kadınlar hakkındaki yazıları, dilekçeler, çözümlemeler, hak talepleri nerede? Taliban’ın taşkınlığı ve zorbalığı bile kadın haklarıyla alakalı bir fikir birliği oluşturmada Gloria Steinem’in 30 yıldır yaptığı barışçıl konuşmalardan daha etkili olmuşken, feministler bu konuya değinmek istemediler. Milyonlarca kadının maruz kaldığı acımasız, apaçık baskıdan gözlerini kaçırdılar ve Batının kadın erkek arasındaki uçurumuna bakmaya devam ederken, seçkin bir golf kulübüne katılamayan kadın yöneticilere ve kendi lakros takımlarına sahip olmayan üniversiteli kadınlara içerleniyorlar.
Ama bu konuya daha yakından bakarsak, kadınlara karşı vahşi köktenci İslam baskısına yönelik feminist sessizliğin de aslında kendine has sapkın bir mantığı olduğunu görürüz. Aslında bu sessizlik, feminist teorinin geçtiğimiz yıllarda ürettiklerinin direkt bir uzantısı. Ben haklıyımcı duygusallıkla, ötekiyi yargılamaktan kaçan bir tür çok kültürcülükle ve enternasyonalist bir ütopya fikriyle boğulmuş feminizm; bir zamanlar kendisini tartışmalarda meydan okuyucu kılan evrenselci, herkesin haysiyetini savunduğu ve bireysel özgürlük söylemlerini ürettiği dili kaybetti.
Aslında kadınların tiranlık karşısında durmak için yarattıkları hareketin güncel sessizliğini anlamak için feminizmleri toplu ve tek bir şey gibi görmekten ziyade, çoğul olarak ele almakta fayda var. Çok ayrı felsefeleri olmasa da, bahsedilecek olan üç feminizm türünün aktivistlerin kadına yönelik baskıda seslerini kaybetmelerini açıklayan farklı sebepleri var.
Biyolojik Deterministler
Radikal feminist (veya Christina Hoff’un tanımıyla cinsiyet feminizmi) olarak bilinen ilk tür erkekleri vahşi görmesiyle öne çıkar. Radikal feministler halk arasında da makul görülen, erkeklerin doğası gereği kadınlara göre daha agresif olduğu fikrine inanmazlar. Onlara göre erkeklik başlı başına bir günah gibidir. Çünkü erkekçe davranmak çocuk istismarını, evlilik içi çatışmaları, savunma sanayisinde harcanan maliyeti ve Troy’dan Afganistan’a uzanan; Hitler, Franco ve Pinochet gibi isimlerin büyük yıkımlara yol açtığı savaşları açıklıyor.
Radikal feministler, reklam uçaklarını ofis binalarına süren radikal İslamcı erkeklerle onların bunu yapmasını durdurmayı isteyen askerler arasındaki ince ama önemli ayrımla pek ilgilenmezler. Aslında bu iki grup da daha geniş bir kapsamda erkek şiddetinin örnekleridir; özellikle de kadınlara karşı olan erkek şiddetiyle benzerlikler taşır. Bu feministlere göre Afganistan’daki savaşın kadınları bulundukları baskıdan azat etmesi mümkün değil, hatta bu tam tersi kadınları ülkelerine giren bir başka grup erkeğin de baskısına maruz bırakır.
Eğer erkekler vahşiyse, kadınlar da tam zıttıdır: barışçıl, hoşgörülü, uzlaşmacı ve makul olurlar. Feministler uzun zaman önce Margaret Thatcher veya Jeanne Kirkpatrick gibi sert duruşlu, kallavi kadınları kusurlu kadın raflarına sürdüler. Gerçek kadınlar, söylediklerine göre savaşı asla haklı çıkarmaz.
Maternal Thinking kitabının yazarı Sara Ruddick, belki de kadınların içgüdüsel olarak barışçıl olduğunu savunan en nüfuzlu konuşmacılardan biri. Ruddick’e göre kadınlar barışçıldır çünkü annelik dediğimiz şey doğal olarak şiddeti dışlayan “feragat etme”, “haksızlığa direniş” ve “uzlaşmacı” Gandi prensipleriyle idare edilir.
Kendi değerlerini yüceltmek ve ne kadar mağdur olduklarıyla alakalı düşünmekle çok meşgul olan radikal feministler, problemleri kendi huysuzlanmalarından kat be kat büyük olan Müslüman kız kardeşlerinin acılarını gerçekçi bir şekilde ele alamazlar. Savaştan nefret etmeye öyle kafayı takmışlar ki, belki de başka birçok insanlık dışı davranışları arasında kadınlara hayvan gibi davranan erkeklerin öfkelerini serbest bırakmasının acımasız bir tiranlığı devirmeye değip değmeyeceğini soramayacak kadar meşguller. Ne de olsa onlar için savaştan ve maçoluktan nefret etmek, kadın olarak doğmanın getirdiği ahlaki üstünlüğün kanıtıdır.
Radikal feministlerin üstün kadınlık değerleri dediği şey, dünya gündemini takip eden herhangi biri için benimsemesi zor bir fikir. Kipling bir zamanlar yazdığı şiirinde Afgan kadınların hiddetini şu dizelerle ifade etmişti: “Yaralanıp Afgan ovalarında bırakıldığında/Ve kadınlar senden geriye kalanı temizlemek için çıkıp geldiğinde/Çıkar tüfeğini ve patlat onların beynini.” Şimdi buradan bakınca toz pembe bir kız kardeşlik fikri, erkeklerin evrensel kardeşliği ne kadar gerçekçi olabilmişse ancak o kadar gerçekçidir: kültür cinsiyete her zaman baskın çıkar. İslam dünyasının dört bir yanında kadınlar doğurdukları oğullarına Üsame adını verip büyüyünce kafirlerin hakkından gelmesi için Allah’a dua ediyor. Şubat 2002’de 28 yaşındaki Wafa İdris, İsrail’e saldıran ilk kadın Filistinli intihar bombacısı olarak yaşlı bir adamı öldürdü ve çok sayıda kadın ve çocuğu yaraladı. Ne kadar anaç bir tavır, değil mi?
Kültürel Göreceler
Çok kültürlülük ve onun ikizi olan postkolonyalizm, ikinci tür olarak açıklayacağımız ve diğerlerine göre daha sofistike görüldüğü için özellikle üniversite kampüslerinde nispeten daha yaygın olan bir feminizm türü. Postkolonyal feministin radikal İslam altındaki kadınların girdiği çıkmazları gözardı etmek için annelik kimliğiyle kadınlığı bağdaştıran kız kardeşinden daha çok sebebi var. Onlara göre Batı dünyası emperyalizmin mirasıyla o kadar kirlenmiştir ki; hiçbir Batılı, erkek ya da kadın, eski sömürge halklarına karşı tek bir söz söyleyemez. Daha da kötüsü, bu feministler radikal İslamın Arap ve Ortadoğu kimliğinin otantik, yerli ve dolayısıyla yerinde bir dışavurumu olduğu fikrine karşı sağlam bir argüman da geliştiremezler.
Postkolonyallerin kendine has ikili sistemi, kadın haklarını genel olarak almayı geçelim, kendi içindeki radikal feministlerle bile bazı zamanlar çatışıyor. Erkekler günahkar olanlar değil bu fikre göre; asıl günahkar olan Batı. Masum kurbanlar sadece kadınlar değil, daha geniş bir grup olarak Batı sömürgeciliğinde zulme uğrayan herkes. Ataerkilliğin katı kuralları ve emperyalizmin insanları soktuğu zor durum arasında sıkışıp kalanlar bir yanda, postkolonyal feministler öbür yanda; İslami köktencilik konusunda temkinli bir şekilde kendi yolunu izliyor ve yapabileceği tek şeyi yapıyor: öfkesini Batılı erkeklere odaklıyor.
Bu amaçla, postkolonyalist kişi hevesle radikal feminizmin hokkasına dalar. Kolonyal sömürüyle erkeklere itaat etmeyi bağdaştırır; bu noktada İsrail’in ‘erkeksi askeri kültürüne’ atıfta bulunabilir -İsrail beyaz ve Batılıdır- ama cihatçıların ‘erkeksi askeri kültürüne’ işaret etmeyi düşünmez bile. Ve güya Doğulu kadınların hayatlarını iyileştirmek istediğinden, Batılı erkekleri kınamak için çok fazla enerji harcar. İngiltere Greenwich Üniversitesi’nde toplumsal cinsiyet ve etnik çalışmalar profesörü olan Nira Yuval-Davis’e göre, Amerika’nın Afgan kadınlarıyla ilgili kaygısı yalnızca “öteki” erkekleri aşağı ya da “medeniyetsiz ” olarak sıralamak için bir araçtır. Burada eleştirilmeye değer görülen erkekler, ünlü Kolombiyalı profesör Gayatri Spivak’ın söylemiyle “esmer kadınları esmer erkeklerden kurtaran beyaz adamlar”dır.
Spivak’ın alıntısı postkolonyal bir yaklaşım olarak, esmer erkeklerin Batı tarafından kurbanlaştırıldıklarını ve kendi tasarruflarında asla zalim olamayacaklarını vurguluyor. Eğer olur da kadınlara kötü davranırlarsa, suçlu Batılı sömürgeci efendilerin elinde maruz kaldıkları baskıdır. Halbuki kadınlara ne kadar kötü davranırlarsa, kendi haklı öfkelerini o kadar çok açığa çıkarmış oluyorlar. Duke profesörü ve Orta Doğu Kadın Araştırmaları Derneği başkanı Miriam Cooke, “Erkekler -sömürge yönetimi tarafından- travmatize edildiğinde, kendi kadınlarını travmatize etmeye eğilimlidirler” diyor. Ve bugün diyor Cooke, esmer adamlar yeni bir sömürge biçimine tabi tutuluyor. “Şimdilerde 19. Yüzyılda kaldığını düşündüğümüz sömürgecilik küreselleşme yaftasıyla geri dönüyor. İslamcı erkekleri harekete geçiren şey de bu küreselleşmedir.”
Konu kadınlara geldiğinde postkolonyalist teorinin getirdiği açılımlara çok değer yüklememek gerek. Aslına bakarsanız kadın canlı bombaların olması iyi bir şey çünkü onlar sömürgeci güçlere karşı bir etkinlikleri olduğunu gösteren, direnç sahibi güçlü kadınlar. Çok eşlilik de özen gösterilmesi gereken bir başka konu. Bu nedenle, “Öteki”nin emperyalist sömürüsünü protesto eden kadınların ta kendisi, Öteki’nin baskıcı geleneklerini, kendi benzersiz Batı gündemlerini geliştirmenin bir aracı olarak kullanınca –güya heteroseksüel ataerkilliği yıkarak aslında onaylamış oluyor.
Ütopik Mühendisler
Son kategoride “dünya devleti ütopikleri” diye adlandırabileceğimiz feminist grup, birçok fikriyle klasik liberal feminizme en yakın olan gruptur. Kendilerini kadınlık onuru ve eşitliğe adamış şekilde; genellikle hem radikal feministlerin biyolojik determinizminden, hem de çok kültürlü postkolonyalistlerin kültürel göreciliğinden kaçınır. Bu yaklaşımın etkili, incelikli ve zeki bir sözcüsü olan Stanford siyaset bilimi profesörü Susan Moller Okin, 1997’de çok kültürlülüğü savunanlar için, “azınlık kültürlerinin refahı için grup haklarına” bireysel olarak kadınların iyiliğinden daha fazla değer verdiklerini söyleyerek eleştirdiğinde feministler arasında bir hareketlenme yarattı. Okin kadınların “güç bela tahammül edebildikleri olgular” olduğuna inandığı evlilik, kadın sünneti ve çok eşlilik gibi konulara çekince duymadan saldırdı.
Diğer feministlerden farklı olarak Okin, Batıdaki haber başlıklarını dolduran İslamcı köktencilik altındaki kadınların çektiği işkenceyle alakalı konuşmaktan geri durmazken, tipik Birleşmiş Milletler ütopyacısının sessiz kalmak için kendine göre sebepleri vardır. Çünkü ütopyacı kişi aynı zamanda, hayatın her alanında kadın ve erkek arasında mutlak, sayısal eşitliğe pirinç taşı ayıklarcasına takmış bir mutlakiyetçidir. Batıyı ve özellikle Amerikalıyı, şüpheciliği sayesinde özgürlüğünü kazanmış kadınlar olarak atfederek saygıyla selamlar.
Ütopik kişinin derdi direkt olarak kadınların kendi tasarruflarını kazanıp özgürleşmeleri değildir, mükemmel toplum için gerekli olduğuna inandığı bazı mühendislik hamleleri ve elit vizyonu üstüne kafa yorar. Tabi hiç şüphe yok, eğer onların demokratik araçlarına kalsaydı her kadın istediği ütopyayı yaşamakta özgür olurdu. Yakın zamanda gerçekleşen Pakistan seçimlerinde parlamentoda yer edinen kadınların birçoğunun İslamcı olmasına şaşırmazdı.
Ama kadınların ne istediği o kadar da önemli değil. Evrenselci yaklaşımın “kadın haklarına” dair kapsamlı bir vizyonları var; yani kadınların sadece sivil ve politik değil aynı zamanda “ekonomik” ve “sosyoekonomik adalet” haklarını da kapsayan bir vizyon bu. Serbest piyasalar ve küreselleşmeyle alay eden Birleşmiş Milletler ütopyacısı, “özgürleştirici bir kurum olarak” liberal demokratik ulus-devleti de tatmin edici bulmaz. BM ütopyacısı, (genellikle) varlığı tanınmayan sosyalist gibi, emperyalizme, savaşa ve erkekliğe bağlı gördüğü politik bir düzenleme olan ulus-devletin çöküşünü sabırsızlıkla bekliyor.
Ataerkil liberal ulus-devleti fikrini yanında getirdiği bütün demokratik özyönetim düzeneğiyle birlikte reddederek ütopyacılar, amacına ulaşmak için sadece bir yol olduğu sonucuna varır: hedeflerini hükümet aracılığıyla dayatmak. Bu amaçla birleşmiş milletler salonlarını dolduran ütopik feministler okunamaz çalışmalara döndürdükleri “cinsiyet perspektiflerini” her şeyi incelemek için kullanırlar.
Feminist ütopyacılığın belki de ilk ve en önemli belgesi olan Kadınlara Karşı Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılmasına İlişkin 1979 BM Sözleşmesinde (CEDAW) demokratik liberal değerlere biat eden herkesin katılacağı düzenlemeleri talep ediyor: kadınların oy kullanma hakkı, namus cinayetleri için korunma ve zorla evlendirilme gibi.
Sözleşme pek tabi burada bitebilirdi. Bunun yerine tartışmayı ilerleterek; erkekler ve kadınlar arasındaki tüm ayrımları ortadan kaldıracak ütopik bir düzen, yukarıdan gelen bir tür cinsiyet devrimi, ulusların “erkeklerin ve kadınların sosyal ve kültürel davranış kalıplarını değiştirmek için tüm gerekli önlemlerin alınmasını” ve son olarak biyolojinin yasal üstünlüğünün kaldırılmasını mümkün kılabilmek için “cinsiyet rollerinin” yıkılmasını talep ediyor. Sözleşme ücretli doğum izni, cinsiyetçi ifadelerden arındırılmış bir okul müfredatı ve devlet destekli çocuk bakımının yürürlüğe girmesi için çağrıda bulunuyor. Antlaşmanın 23 üyeli icra komitesi, “kişisel olanın bir o kadar da uluslararası olduğunu” yeterince kavramayan ülkeleri bir araya getiriyor. Komite, Belarus’u Anneler Günü’nü kutladığı için, Çin’i seks işçiliğini yasallaştırmadığı için ve Libya’yı Kuran’ı “komite yönergelerine” göre yorumlamadığı için hedef gösteriyor.
Kadınların hayata katılımını, kendi kaderini tayin etmekle veya kadın erkek arasındaki nicel eşitlikle karıştıran CEDAW ütopyacıları; hayal ettikleri kusursuz toplumu kotalar ve pozitif ayrımcı eylem planlarıyla organize etmeye çalışıyor. Onların pirinç ayıklayan zihniyetleri sadece kadınların eşit katılımına odaklanır, bu kadınların tam olarak neye katıldığını veya varlıklarının orada gerçekten bir anlam ifade edip etmediğini sorgulamaz. Tam da bunu onaylayacak şekilde, Ürdün’deki son Kadın Zirvesi’nde Rima Khalaf, hükümetlerin “kadınların iktidara sıçraması için” seçimlerde kota kullanmaları gerektiğini öne sürdü. Khalaf pek çok dar görüşlü feminist ütopyacı gibi, toplumu özgür olmaya zorlamaktan çekinmedi. Bunun gibi senaryoların yaşandığı birçok durumda olduğu gibi elitler; insanlığı kurtarmaya doğru bir yol keşfettiklerini sandığında, ütopik dürtüleri onları sadece anti-demokratik yapmaz, totaliterliğin de eşiğine getirir.
Bu duygusal mağduriyetçi tavır, postkolonyal görecilik ve ütopik taşkınlık kombinasyonu feminizm içinde öyle büyük bir ahlaki ve politik iç görü kaybına neden oldu ki, Müslüman kadınların uğradığı zulümle karşı bir söylem üretemez halde geldi. Ve hatırlatmak gerek, bu durum kadınlar için olduğu kadar erkekler için de büyük bir kayıptır.
Batı feminizminin nihai katkısı insanlık onuru ve özgürlüğe dair açılımlarını genişletmekti. Her insanın hürriyete layık olduğunda ısrarcı oldu. Feministler şu anda, sundukları vaadin onları da kapsayabileceğini hayal bile etmedikleri kadınlar için de aynı iddiada bulunma fırsatına sahipler.
En iyi haliyle, feminizm, anlamlı bir hayatı şekillendirmede kişisel tercihin önemini savunur. Sadece tabak çanağı yerle bir etmek isteyen kadına değil, aynı zamanda evde çocuklarıyla birlikte kalıp kurabiye yapmak, peçe takmak ve ramazanda oruç tutmak isteyen kadına da saygı duyar.
Bu haliyle düşünürsek, neden feministler kendi büyük keşiflerini dünyanın duyması için haykırmasınlar? Çünkü bunu yapmak, Batı idealleri ve kurumları sayesinde sahip oldukları özgürlüğün sorumluluğunu kabul etmek olur. Böyle bir şeyi kabul etmek de, onları kendi kızgınlıklarından vazgeçmeye zorlayacaktır.
Aslına bakarsanız kadınların haklarını koruyan özgür kurumlar (bağımsız yargı, özgür basın, açık seçimler gibi) erkeklerin haklarını koruyanlarla aynıdır. Dini kurumlarla devletin ayrılması kadınların örtünme zorunluluğunu kaldırdığı gibi erkeklerin hırsızlık yaptığında ellerinin kesilmesini de engeller. Kız çocuklarına okumayı öğreten eğitim sistemi aynı zamanda birçok erkek çocuğunu da eğitir. Kadınların hayatını değiştiren temiz suyu, ucuz giysileri ve çamaşır makinesini getiren kapitalist ekonomiler; daha sağlıklı, daha özgür erkeklerin yetişmesine olanak sağlayan ekonomilerle aynıdır. Başka bir şekilde söylemek gerekirse, Müslüman kadınların problemlerini doğru şekilde anlamak için feministlerin kadın ve erkeklerin aynı şeylere ihtiyaç duyduğunu kabul etmeleri gerekir; ki bu şeylere hali hazırda kendileri sahipler.
Batılı feministlerin dargınlıklarını bir kenara koyup gerçekten yardımlarına ihtiyaç duyan kadınlara karşı ahlaki bir sorumlulukları olduğunu kabul etmeleri gerek. Çünkü feministler kadın hakları için yaptıkları çağrının aslında evrensel bir talep olduğunu, kadın haklarının aslında insan hakları olduğunu söyleyebilecek ahlaki otoriteye sahipler.