Arşiv Bireyci Feminizm Okulu Çeviri Teorik

Britannica’da Felsefi Feminizm

Bu yazı dizisi, Dianna T. Meyers’ın yazdığı Britannica’nın beş bölümlük Philosophical Feminism girdisinin çevirisidir. Çeviren: Mete Han Gencer. Görsel: Hilal Güler, dijital kolaj.

Felsefi Feminizm

Felsefi feminizm, felsefenin çeşitli alanlarındaki birbirleriyle genel hatlarıyla bağlantılı olan bir yaklaşımlar kümesidir. Bu yaklaşımlar, (1) geleneksel felsefi problemlerin ve kavramların oluşumunda cinsiyetin rolünü vurgulamakta, (2) geleneksel felsefenin kadınlara karşı olan önyargıyı nasıl yansıttığını ve sürdürdüğünü analiz etmekte ve (3) kadınların eşitliğini kabul eden felsefi kavramları ve teorileri savunmaktadır. 

Bölüm 1: Felsefi Feminizmin Doğası ve Kapsamı

Felsefi feminizmin, 1960 ve 70’lerin kadın hareketleri sırasında ortaya çıktı. O dönemlerde, felsefedenin de dahil olduğu  pek çok akademik disiplindeki kadınlar, neden disiplinlerinde kilit metinler olarak görülen eserlerin yazarları arasında çok az kadın olduğunu ve neden uzmanlık alanlarında genel olarak çok az kadın olduğunu sorgulamaya başladı. Feminist felsefecilere göre, cevabın bir kısmı Batı kültürünün her yerine işlemiş ve sonuç olarak erkek felsefecilerin çoğunun düşünüş tarzına yansımış küçümseyici kadın algısıyla ilgiliydi: erkeklere kıyasla kadınlar daha irrasyonel, duygusal, zekasız ve ahlaki açıdan toy görülmekteydi. Nihayetinde kadın felsefeciler daha keskin sorular sormaya yöneldiler: felsefe, daha geniş kültürün kadınlara olan tavrından nasıl etkilenmişti? Bu tavırlardan dolayı felsefe neyi dışarıda bırakmıştı ve yanlış anlamıştı? En aşikar sonuç, kadın felsefecilerin dile getirdiği üzere, ihmalkârlıktı. 20. yüzyılın sonlarına kadar, kadınların felsefi katkıları genel olarak yok sayılmıştı. Batı felsefesinin 1970’lere kadar olan tarihinde cinsiyet konusu nadiren ortaya çıkmıştı. Ortaya çıktığında da genellikle kadınların düşük sosyal statüsünü ve toplumdan dışlanmalarını rasyonalize etme bağlamında tartışılıyordu. Platon’un Republic’i ve John Stuart Mill’in The Subjection of Women’i (1861) bunun çok seyrek istisnalarıydı.

Fakat feminist felsefeciler, tespit ettikleri problemin boşlukları doldurarak çözülemeyeceğinin farkına kısa sürede vardılar. Yani, daha fazla kadın felsefeci işe alarak ve kadınlar tarafından yazılan daha fazla felsefi eseri gün ışığına çıkartarak problemi çözebilecek gibi durmuyorlardı. Batı kültürünün tarihsel cinsiyetçiliğinden ötürü ve örnek felsefecinin son derece rasyonel, tarafsız ve bağımsız olduğunun düşünülmesinden dolayı “kadın felsefeci” demek neredeyse bir oksimorondu. Bir kadın ancak “erkek gibi düşündüğünde” felsefeci olabilirdi. Cinsiyet önyargısı böylelikle bu uzmanlık alanının bir üyesi olabilmenin şartlarının içine sinmişti.

Eğer kadınlara karşı önyargı felsefeye özgü bir durum değilse ve bu yalnızca tanımlayıcı unsurlarından biriyse bir feminist eleştirinin potansiyel sonuçları sonsuzdu. Bazı feminist felsefeciler, ana akım felsefi geleneklere bağlı kalmayı ve kadınların problemlerini o çerçeveler dahilinde incelemeyi sürdürseler de diğerleri, cinsiyeti felsefi analizin bir kategorisi olarak ele almanın felsefenin nasıl uygulandığını ciddi biçimde değiştirmeyi gerektirdiğine ikna olmuştu. Gereken değişimle birlikte farklı konular belirgin olurdu; farklı varsayımlar anlamlı gelirdi; farklı metodlar uygun olurdu. Bu felsefeciler için felsefenin cinsiyet tabanlı bir eleştirisini mantıksal sonucuna kadar takip etmek disiplini bütünüyle değiştirir ve felsefi problemlere yönelik bambaşka bir feminist yaklaşım ortaya çıkarırdı.

Felsefe tarihinde kadınların karşılaştıkları problemlerden bahsetmeyi deneyen birkaç eser vardı. Bunlara kadınların oy hakkını savunan Mill’in The Subjection of Women’ı ve yaygın feminenlik anlayışlarının erkeklerin çıkarlarına hizmet ettiğini gösteren Simone de Beauvoir’ın The Second Sex (1949)’i vardır. Yine de 1970’lerin feminist felsefesi, esasen kadın bilinçlendirme gruplarında (kadınların problemleri hakkında bilinçlilik yaratmaya çalışan gruplar) geliştirilen uygulamalara ve pozisyonlara çok şey borçludur. Aşağıdakiler, feminist felsefenin o kaynaklardan edindiği doktrinlerden bazılarıdır.

1. Cinsiyet – bir bireyi “maskülen” veya “feminen” olarak tanımlayan karmaşık psikolojik özellikler, eğilimler ve cinsiyetler arasındaki ilişkiler toplumsal olarak inşa edilmiştir (toplumsallaşmanın ürünü kültürden kültüre değişen normlara bağlıdır) ve biyolojik veya genetik olarak belirlenmiş değildir.

2. Kadınların bağımsızlık ve öz-belirlenim elde etmesinin tek yolu “kendi sesleriyle konuşmalarıdır”. Yani tek yol, bireylerin kendileri olarak kendi perspektiflerini, deneyimlerini, hislerini ve endişelerini gerçekten yansıtacak bir şekilde düşünmeleri ve davranmalarıdır.

3. Kadınların herhangi bir sosyal ortamda veya hayatın herhangi bir alanında domine edilmeleri veya tabi kılınmaları özel değil politik bir mevzudur.

4. Bilgi toplumlarca üretildiği için – yani, bilgi bir araştırmacılar topluluğunun işbirliğinin ve onayının sonucu olduğu için – bilgi iddialarını değerlendirmede ve uygun araştırma konularını tespit etmede kullanılan standartlar, toplumsal olarak belirlenmiştir ve mutlak değildir. 

5. Bireylerin yetişme tarzı ve sosyal durumu, onların soruları nasıl ifade ettiklerini ve muhtemelen ne anlayacaklarını etkiler. 

Felsefenin tüm alanlarındaki çağdaş feminist akademisyenliğin temelinde bu temalar yatmaktadır.

Feminist Sosyal ve Politik Felsefe

İlk feminist felsefeciler, geleneksel toplumsal ve politik kuruluşlardaki cinsiyet önyargısını incelediler. “Bundan kim yararlanıyor?” sorusunu sorarak genellikle konuşulmayan cinsiyet tabanında yapılan dışlayıcı ve ayrımcı uygulamaların nasıl erkeklerin çıkarlarına yaradığını gösterdiler. Analizlerinin büyük bir kısmı cinsel ve ailevi ilişkilerle ilgiliydi. O zamanlarda, bu ilişkiler hususi mevzular olarak görülmekteydi ve politik bir şekilde bahsedilmemeleri gerektiği düşünülüyordu. Buna tepki olarak o felsefeciler, zarif bir umursamazlıkla, “kişisel olan politiktir” düsturunu benimsediler. 

Geleneksel liberalizm ve Marksizm felsefeleri, genellikle cinsel ve ailevi meseleleri görmezden gelmiştir. Bunun tersine, feminist felsefeciler bu meseleleri politik teorinin merkezine koymuştur. Nihayetinde, her biri bu meselelerin bambaşka bir alt kümesine odaklanan üç büyük feminist politik teori ekolü ortaya çıkmıştır: liberal feminizm, sosyalist feminizm ve radikal feminizm. 

Liberal feministler – örn. Susan Moller Okin –, cinsiyet ayrımcılığının kadınların amaçlarını nasıl yok ettiğine işaret etmiş ve kadınların eşitliğini sosyal ve politik bir gerçeklik haline getirmek için tasarlanan reformları desteklemişlerdir. Kız ve erkek çocuklarının farklı şekillerde yetiştirilmesinin kadınları ve erkekleri farklı ve eşitsiz sosyal rollere ittiğini dile getiren liberal feministler, cinsiyet ayrımı gözetmeyen eğitim ve çocuk yetiştirme tarzlarının savunuculuğunu yapmıştır. En başta kadınların kendi seçtikleri amaçlara ulaşabilmek için çalışmalarını sağlayan haklarını korumaya ve artırmaya odaklanmışlardır. Bu haklara bazı örnekler, üreme hakları (yasal olarak kürtaj yaptırma hakkı da dahil olmak üzere) ve tüm eğitimsel ve ekonomik fırsatlara erişebilme hakkıdır.

Liberal feministler özgürlük ve eşitlik gibi temel liberal değerleri kadınların sorunlarından bahsetmek için kullanırken Alison Jaggar ve Iris Marion Young gibi sosyalist feministler, emek ve iktisadi yapılara dayanan Marksist kategorileri kullanmıştır. Ev dışında gerçekleşen ücretli emeğin önemini abartan geleneksel Marksizmi eleştiren sosyalist feministler, kadınların yapması beklenen, ücretli olmayan bakıcılığın ve ev işlerinin eşit ölçüde zaruri bir emek çeşidi olduğunu ve ev içi işleri çoğunlukla kadınlara yükleyen cinsiyetler arasındaki işbölümünün sömürücü olduğunu savunmuştur. Ayrıca, hem çocukları olan hem de ev dışında çalışan kadınların bir günde iki günlük iş yapma yükümlülüğü olması durumunu eleştirmişlerdir. Benzer şekilde, ev hanımlığı yapan annelerin ekonomik bağımlılığını ve güvensizliğini ve çocuk bakım işçilerinin düşük maaşlarını kınamışlardır.

Son olarak, radikal feminizm ekolü, kadınların dikkatini cinselliğe ve ataerkil kültürlerdeki heteroseksüel ilişkilerin içine işlemiş güç eşitsizliklerine çekmiştir. Radikal feministlere göre, erkek heteroseksüelliği kadın bedenini nesneleştirmekte ve kadınların domine edilmesini ve aşağılanmasını erotik stimülasyon kaynağı yapmaktadır. Bu tarz iddialar, Catharine MacKinnon’ın ve Andrea Dworkin’in 1980’lerde ve 90’larda cinsel tacize ve pornografiye karşı yürüttüğü kampanyaların temelini oluşturmaktaydı. Aynı şekilde, Marilyn Frye’ın desteklediği ayrılıkçı feminist uygulamaların temelini de bu iddialar sağlamaktadır.

Liberal, sosyalist ve radikal feminizm, politikanın kapsamı ve adaletin doğası hakkındaki standart felsefi varsayımlara meydan okumaya devam etmektedir. Fakat, tartışmaya açık bir şekilde, her birinin kusurlu bir cinsiyet anlayışını temel aldığı söylenebilir. Elizabeth V. Spelman, María Lugones ve Judith Butler’ın öne sürdüğü gibi, hiçbiri cinsiyetin cinsel yönelim, ırk, etnisite, sınıf, yaş ve kabiliyetten nasıl etkilendiğini gerektiğince açıklayamamaktadır. Ayrıca, hiçbiri bu faktörlerin farklı kadın gruplarının ihtiyaçlarını nasıl etkilediğini detaylıca irdeleyememektedir. Dahası, Uma Narayan’ın iddia ettiği gibi, hiçbiri kadınların haklarını uluslararası alanda geliştirmenin güçlükleriyle veya küreselleşen bir ekonomide feminist gündemi koordine etmenin önündeki engellerle ilgilenmeye başlayamamıştır. Feminist sosyal ve politik felsefedeki – özellikle siyah feminist teori, queer teori ve feminist insan hakları teorisindeki – güncel çalışmaların çoğu, bu acil problemlerle uğraşmaktadır. Yine de, bu alanlardaki gelişmelere rağmen, Luce Irigaray’ın cinsiyetin ontolojik bir gerçeklik olduğu görüşüyle Judith Butler’ın cinsiyetin ontolojik bir illüzyon olduğu iddiası arasındaki çekişme sürmektedir.

Feminist Etik

Feminist sosyal ve politik felsefe farkındalık artırma amacı güden gruplar tarafından yükseltilirken feminist etik, kadınların profesyonel yaşama girmesi önündeki engelleri kaldırmaya çalışan kadın hareketi tarafından dışlanmış (hatta bazen gücendirilmiş) hisseden, tam zamanlı ev hanımlığı yapan kadınlar tarafından geliştirilmiştir. Bu kadınların ahlaki dünyaları haklar ve adaletten çok bakıcılık ve ilişki ağlarını sürdürmekle ilgiliydi. Carol Gilligan’ın bakım etiği üzerine olan çalışmalarından etkilenen feminist etik alanının ilk eserleri, etiğin odağını vatandaşlarla veya yabancılarla olan ilişkilerden duygusal bağlantılara dayanan arkadaşlık, sevgililik ve anne ve çocuk arasında olan gibi yakın ilişkilere kaydırmıştır. Bu yakın ilişkilerde taraflar birbirlerine yalnızca tipik insani varlıklar olarak değil eşsiz bireyler olarak yaklaşmaktadır. Taraflar birbirlerine karşı tıpkı yabancıların birbirlerine karşı olduğu gibi saldırıya açık olsalar da, duyarsızlığa, kayıtsızlığa, kabalığa ve terk edilme tehditine karşı çok daha fazla hassastırlar. Dahası, kişisel ilişkiler her zaman karşılıklı değildir çünkü bireylerden biri hayata tutunmak için diğerine geçici bir süreliğine veya kronik olarak bağımlı olabilmekte veya ilişkinin yükünün fazlasını sırtlanabilmektedir. Dolayısıyla, bu bağlamlarda ahlaki karşılıklılık, eşit saygıya veya eşit katkıya indirgenebilir bir şey değildir.

Kişilerarası ahlaka fazla odaklanılması, bazı geleneksel etik teorilerinin geliştirmeye çabaladığı genel ahlak kurallarının ahlaki bir yaşam sürmek için fazla basit olduğunu göstermiştir. Bunun sonucunda, Sara Ruddick, Virginia Held ve Annette Baier gibi dikkate değer feminist etik filozofları, gündelik hayatın sosyalliğine uygun erdemleri ve değerleri açıklamaya koyulmuştur. Bu filozoflar, tarafların birbirlerine karşı ahlaki davranma sözü verdiği bir toplum sözleşmesinin savunulabilirliğini sorgulamış ve güvenin ahlaki etkileşimin kolay gerçekleşebileceği bir çevredeki hayatı önemini ortaya koymuşlardır. Eylemleri değerlendirirken sonuçların rasyonel bir şekilde hesaplanabileceğini reddetmeseler de empati ve duyarlılığın ahlaki yargılarda en az rasyonalite kadar önemli olduğunu savunmuşlardır. Bu genel yaklaşım, bakım etiği olarak bilinegelmiştir.

Bakıcılığın gerektirdikleri, kadınları genellikle başka projeler sürdürmekten ve hedefler gerçekleştirmekten alıkoyduğu için feminist etiğinde diğerlerine bakmak ve kendine bakmak arasında düzgün bir denge kurulabilmesi önemli bir problem haline gelmiştir. 1990lardan beridir, Margaret Walker gibi filozoflar, bakım etiğinin üstüne bastığı sorunları bireylerin kendi ahlaki kimliklerini pekiştirdikleri, ilişkilere girip onları sürdürdükleri ve sorumluluklarını tartıştıklarını sosyal süreçlerin sofistike açıklamalarıyla yeniden dile getirmektedirler.

Feminist Eylem Teorileri

Hem feminist sosyal ve politik felsefe hem de feminist etik kadınların failliğine (veya eyleyiciliğine) dair bir teori varsaymaktadır. Bu teori, kadınların kendilerine özgü tercihlerde ve eylemlerde bulunabilme kapasitesiyle ilgilidir. Kadınların failliğine dair sorun, feminist felsefeciler için aşikardı çünkü kadınların kimliklerini şekillendiren koşullar bazı durumlarda kadınların çıkarlarına oldukça ters olmuştur. Feminist literatür için büyük motivasyonlardan biri, kurumların ve toplumsal uygulamaların insanlık tarihi boyunca farklı zamanlarda ve yerlerde farklı şekillerde ve derecelerde olmak üzere kadınları baskıladığı ve tabi kıldığı bilgisidir. Çocuklar, neyi isteyip istemediklerini anlayamadan çok daha önce kültürel normları benimseyip kişilerarası ilişkilerini onların temelinde kurdukları için pek çok kadının baskılanmış ve bağımlı kılınmış bir toplumsal pozisyonu kabul etmeye eğilimli olması olağan bir durumdur. Bu nedenle, feminist ilkelerin ve girişimlerin karşıtları kadınların seve seve dominant feminenlik normlarına uyduğunu dile getirdiğinde feminist filozoflar, geleneksel heteroseksüel rol modelleri, medya temsilleri ve uyumsuzluğun getirdiği rahatsızlık olmasaydı kadınların çok kolay bir şekilde farklı yaşamayı tercih edebileceğini vurgulamıştır. Dolayısıyla, kadınların failliği “söz hakkı” temasıyla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır. Esas problem, kadınların tam olarak ne zaman kendi sesleriyle özgür düşüncelerini dile getirdiğini ve gerçekten yapmak istediklerini yaptıklarını anlamaktı.

Feminist filozoflar arasındaki hatırı sayılır konsensüse göre bir feminist faillik teorisinin sağlaması gereken koşullar belliydi ama hangi teorinin bu koşulları en iyi şekilde karşıladığına dair hararetli bir anlaşmazlık vardı. Bir feminist faillik teorisinin kesinlikle açıklaması beklenen şeyler, erkeklerin domine ettiği bir toplumda kadınların nasıl kendi gerçek ihtiyaçlarını ve endişelerini aksettirebileceği ve nasıl cinsiyetçi sosyal ve politik kuruluşların eleştirisini yapıp bunlara karşı direnebileceğidir. Bunun da ötesinde, söz konusu teori bunları insanların kendi toplumsal olarak belirlenmiş bakış açılarının dışına çıkıp tanrısal bir perspektif edinebileceklerini varsaymadan yapmalıdır.

1970lerin farkındalık artırmaya odaklı yaklaşımına dayanan Nancy Hartsock, kadınların kendi değerlerini keşfetmesinin ve hakiki faillik (eyleyicilik) kazanmasının tek yolunun feminist protestocularla ve muhaliflerle dayanışma kurmalarından geçtiğini iddia etmiştir. Sandra Bartky, kadınlara dayatılan cinsiyet normlarındaki çelişkileri bulup çıkarmanın faydalı olduğuna parmak basmıştır. Örneğin, kadınların kendilerini güzel ve erkeklerce çekici olmaya adamaları gerektiği varsayılmakta ama sonra da narsist oldukları için onlarla alay edilmektedir. Bahsedilen filozoflara göre, bu tür çelişkiler kadınların toplumdaki ve evdeki esas rolüne dair önde gelen fikirlerin sorgulanmasının temelini oluşturmaktadır.

Başka bir yaklaşım, faillik açıklamasına hikâye anlatıcılığı koydu. Hilde Lindemann, bireylerin kendilerinin ne olduğu hikâyeler anlatarak kavradıklarını öne sürdü. Hikâyecilik, geçmişteki olayları yeniden değerlendirme ve halihazırda sürmekte olan bir hikâyeye farklı devamlar tasarlama olasılığını yarattığı için kadınların yaratıcılıklarını harekete geçirip hayatlarını değiştirmelerine yardım etmektedir. Örneğin, işyerindeki bazı gelenekselleşmiş tavırların “cinsel taciz” olduğunu dile getiren kadın işçiler, hissettikleri öfke ve utancı meşru kılarak bu ayrım gözeten uygulamalarla mücadele etmenin yollarını tasavvur etme imkanı buldular.

Son olarak, bunları tamamlayan başka bir faillik yaklaşımı, bireylerin nasıl gerçekten kendilerinin olan istekleri ve değerleri toplumsal çevrelerinden aldıkları istek ve değerlerden ayırabilecekleri sorusuna odaklanmıştır. Bu epistemolojik soruya önerilen çözüm, failliğin kişinin kendisini keşfetmesi, tanımlaması ve yönlendirmesi konusunda iyi gelişmiş becerilere sahip olmayı gerektirmesi olmuştur. Bireylerin bu beceriler sayesinde kendi inançlarını, arzularını, projelerini vb. ayırt edebileceği, kendilerinin ve diğerlerinin refahını artırabileceği ve zararlı ve adaletsiz buldukları inançları, arzuları ve projeleri reddedebileceği düşünülmektedir.

Feminist Epistemoloji ve Bilim Felsefesi

Kişilerin doğasına dair feminist faillik teorilerini temellendiren varsayımlar feminist epistemoloji ve bilim felsefesini de etkilemiştir. Batı kültüründe, kadınlar genellikle erkekler tarafından bilinemez varlıklar olarak temsil edilmiştir. Bunun büyük sebeplerinden biri erkeklerin rasyonel, kadınların ise irrasyonel görülmesidir. Feminist filozoflara göre, eğer kadınların bilişsel eksiklikleri varsa bile bunların sebebi geçmişte kadınların ancak nadiren eğitim almış olduğu ve entelektüel uğraşlara giriştiği gerçeğidir. Günümüzde bile, Batı ülkelerindeki kızlar bazen doğrudan bazen de öğretmenlerinin cinsiyetçi tavırları ve ailelerin beklentileri aracılığıyla dolaylı yoldan matematik ve bilimden soğutulmaktadır.

Sandra Harding, Lorraine Code ve Helen Longino gibi feminist filozoflar, bu noktayı daha da güçlendiren bir şekilde “toplumun bilirkişilerinin” (herhangi bir alanda uzman görülen kişiler) olağanüstü bir şekilde homojen olduğuna dikkat çekmiştir. Her alandan uzmanlar, yalnızca biyolojik cinsiyet açısından değil aynı zamanda ırk, etnik köken ve cinsel yönelim bakımından da türdeşlik göstermektedir. Daha net olmak gerekirse, bilirkişi görülen insanların çoğu beyaz ve Batılı heteroseksüel erkeklerdir. Bu gerçeği açıklamak için feminist epistemologlar kimin itibar görmeyi ve otorite olmayı hak ettiğine dair kriterlerin toplum tarafından politik ve ekonomik statükoyu korumak için inşa edildiğini savunmuşlardır. Dahası, pek çok insanın deneyimi, akıl yürütmesi ve tanıklığı görmezden gelindiği için, feminist epistemologlar bilimin ve bilim felsefesinin iddia edilen kadar objektif olduğu konusunda şüphecidirler.

Bilgi iddiasında bulunmak araştırmacıların akranlarıyla fikir birliğinde bulunmasını ve iddiaların verilere karşı kontrolünü gerektirdiğinden bazı feminist epistemologlar, bilgiye erişen failleri anlamanın en iyi yolunun onları bireysel uzmanlar olarak değil soruşturmacı topluluklar olarak düşünmek olduğu sonucuna varmıştır. Buna ek olarak, bilginin hiçbir zaman değerden bağımsız olamayacağını ve her zaman bilirkişinin çıkarlarını yansıttığını öne sürmüşlerdir. Bu filozoflar, objektiflik idealine yaklaşmanın en iyi yolunun epistemik toplulukta olabildiğince çeşitli ses bulundurmak olduğunu iddia etmektedir. 

Günümüzde feminist felsefe tarihçileri, gitgide artan bir şekilde unutulan kadın filozofların eserlerini gün ışığına çıkarmaktadır. Günden güne netleşen gerçek, epistemik topluluğun hiçbir zaman Batı felsefesinin ve bilimin düşündüğü kadar münhasır olmadığını göstermektedir.

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments