Yazının 1 Ağustos 1998 tarihli orijinali Foundation for Economic Education websitesinden bulunabilir. Çeviri: Mete Han Gencer. Görsel: Hilal Güler, dijital kolaj.
Liberteryen feministler, devlet tabanlı çözümlere inanmamaktadır.
–
Kadınlar erkeklerin eşitidir ve erkeklerle eşit muamele görmelidir.
Birçok insan için bu fikir, feminist teorinin ve genel feminist amaçların temelini oluşturuyor. Fakat tarihsel olarak, feminist hareket içerisinde eşitlik teriminin ne anlama geldiği konusunda önemli anlaşmazlıklar olmuştur. Eşitlikten kastedilen var olan yasalar önünde eşitlik midir? Var olması gereken yasalar önünde eşitlik midir? Eşitlik denince anlaşılması gereken şey, gerektiğinde kadınlara bir çeşit onaylayıcı eylem (pozitif ayrımcılık) doğrultusunda ayrıcalık tanıyabilen yasalar içeren sosyo-ekonomik bir eşitlik midir? Yoksa kadınlara eşit yasal statüden fazlasını veren, erkeklere gösterildiği kadar “saygı” gösteren bir kültürel eşitlikten mi bahsetmekteyiz?
On dokuzuncu yüzyıl boyunca ana akım Amerikan feminizmi, eşitliğin hedefini varolan politik kurumlar içinde ve varolan yasalar önünde kadın ve erkeklerin eşit muamele görmesi olarak tanımladı. Örneğin, On Dokuzuncu Anayasal Düzenleme sonrası ismi the League of Women Voters (Kadın Seçmenler Ligi) olan National American Woman’s Suffrage Association (Ulusal Amerikan Kadınların Oy Hakkı Derneği), kadınların mevcut seçim sürecine katılmasını amaçlamıştı. Bu bakımdan, ana akımın talep ettiği şey devrim değil reformdu.
Günümüzün radikal feministleri, halihazırda varolan yasa ve kurumların – kısaca mevcut politik sistemin – kadınlara karşı eşitsizliğin kaynağı olduğunu ve reform edilemeyeceğini savunmuştur. Bu feministler, toplumun yasalarının temelden sıkıntılı olduğunu ve bu sıkıntıların “sınıf yapısı” denilen veya Avusturyalı ekonomist Ludwig von Mises’in “kast” yapısı dediği bir şeyin yaratılmasına yol açtığını düşünmüştür. Kısaca, hukuk bir şekilde insanları ya avantajlı ya da dezavantajlı olacak gruplara bölmüştür. Bu feministlere göre, kadınların haklarını güvence altına almak için önce sistemin tamamen ortadan kaldırılması ve yerine başka bir sistem getirilmesi gerekmektedir.
Politik sistemi derinden sorgulayan iki temel feminizm geleneği, çağdaş radikal feminizmin kaynağı olan sosyalist feminizm ve bazen liberteryen feminizm denen bireyci feminizmdir.
İdeolojik Farklılıklar
İki gelenek arasındaki ideolojik farklılıklar, birbirlerine uyumsuz eşitlik anlayışlarına yansımıştır. Sosyalist feministlere göre, “eşitlik” bir sosyo-ekonomik terimdir. Kadınlar ancak özel mülkiyetin ve onun teşvik ettiği ekonomik ilişkilerin – yani, kapitalizmin – ortadan tamamen kaldırılmasının ardından eşit olabilirdi. Aynı zamanda, eşitlik günümüzde “beyaz erkek kültürü” denen şeyin ortadan kaldırılmasını gerektiren kültürel bir hedeftir. Günümüzün bu tarz feminist mücadelelerinin on dokuzuncu yüzyıldaki paraleli yine sosyalist feministlerin şekillendirdiği toplumsal iffetlilik kampanyalarıdır. Woman’s Body, Woman’s Right kitabında Linda Gordon, şöyle yazmıştır: “Onlara ne kadar yakından bakarsak toplumsal iffet gruplarıyla feminist gruplarını ayırmak zorlaşıyor.” Genel olarak, toplumsal iffetlilik kampanyaları yasaların gücünü kullanarak topluma erdemlilik empoze etmeye çalışmıştır. Müstehcenlik karşıtı yasaları savunmaları buna bir örnektir.
Bireyci feministler, eşitliği sınırları daha net bir yasal çerçevede tanımlamış ve doğal hukuk teorisinden yararlanmışlardır. Hem erkeklerin hem kadınların kişiliğini ve özel mülkünü koruyan yasaların kadınların bireysel haklarını da tamamen tanıması ve korumasını talep etmişlerdir. Kullanmayı tercih ettikleri bir terim olan “kendi kendinin sahibi olmak” (self-ownership), her insanın kendisi, kendi bedeni ve kendi emeğiyle ürettikleri üzerinde bir ahlaki yetki alanına sahip olması anlamına gelmektedir. Bu yaklaşım yalnızca özel mülkiyeti ve doğal hakları benimsemekle kalmamış aynı zamanda barışçıl bireylere erdemlilik veya toplumsal iffet empoze edilmesini kökten reddetmiştir. Her yetişkin bireyin, diğerlerine şiddet göstermediği müddetçe, istediği yaşam tarzını seçme hakkı vardır.
Bu liberteryen tavrın kaynağı seks işçiliği gibi toplumsal problemlere karşı bir kayıtsızlık değildir. Aslında, durum bunun tam tersidir. Hekim Gertrude B. Kelly gibi bireyci feministler, fakirlikten New Jersey’deki gecekondularda kalan ve seks işçiliğine yönelen kadınlarla çalışmıştır. Bunun sonucunda kararlı bir işçi aktivisti olmuş ve işyerinde kadınlara zarar veren yasal bariyerlerin indirilmesini talep etmiştir. Radikal bireyci bir dergi olan Liberty’de yayımlanan ilk makalesinde bu konuyu seks işçiliği bağlamında ele almış ve bu mesleğin sebebinin kadınların düzgün bir gelir elde edememesi olduğunu öne sürmüştür. Şöyle yazmıştır: “Erkekleri ve kadınları dindar yapacak bir sürü plan tasarlıyoruz ama kadınların kendi emeklerinin karşılığını almasını sağlayacak bir tek planımız yok.”
Bireyci feministler, toplumsal problemleri derinden önemsemiş ama devlet tabanlı çözümlere inanmamıştır. Pek çok bireyci feminist, şahsi olarak püriten (toplumsal iffeti önemseyen) fikirlere sahip olsa da barışçıl bireylerin kendi seçimlerini kendileri yapma hakkı olduğu fikrine daha sıkı bir şekilde sarılmıştır. Eğer insanları ahlaklı olmak konusunda ikna edemedilerse onlara güç kullanarak bir çeşit ahlak empoze etmeye çalışmamışlardır. Dolayısıyla, bireyci feministler içkide ölçülülük gibi püritan kampanyalarına katıldıklarında bunun yasaların zoruyla değil gönüllü şekilde eyleme dökülmesini savunmuşlardır.
Sosyalist ve bireyci feminizm arasında başka derin ideolojik farklılıklar da vardır. Gerçekten de, bireycilik dahilindeki feminizmin kullandığı eşitlik, adalet ve sınıf gibi kavramlar sosyalistler tarafından kullanılan kavramlarla o kadar az alakalıdır ki verilen tanımlar sıkça birbirleriyle çelişmektedir.
“Adalet” kavramını düşünün. Sosyalist-feminist yaklaşımda, adalet amaç odaklıdır ve spesifik bir toplumsal durum açısından tanımlanmaktadır. Yani, sosyalist feminizm adil bir toplumun nasıl olması gerektiğine dair ayrıntılı bir tasarı ortaya koymaktadır. Ataerkillik ve kapitalizm içermeyen bir toplum kadınların sosyo-ekonomik ve kültürel eşitliğinin tam anlamıyla ifade edildiği toplumdur. Bir başka ifadeyle, adalet, toplumun gerekli ekonomik, politik ve kültürel düzenlemeleri gerçekleştirmiş olduğu son halidir.
Bunun tersine, bireyci-feminist yaklaşımda, adalet araç odaklıdır: “Adalet”, spesifik bir sosyal veya ekonomik düzene değil bir metoda işaret etmektedir. Bireylerin özgür ve barışçıl seçimlerinden nasıl bir düzen doğarsa doğsun o düzen kelimenin yasal anlamıyla adil sayılmaktadır. Gönüllü olan her şey “adildir” veya en azından ütopya olmayan bir yerde olabilecek en iyi adalet örneğidir. Örneğin, kadınlara karşı ayrımcılık yapan bir üniversite sıkı bir şekilde kadınlara özel kota ayarlayan bir üniversitenin hemen yanında yer alabilir. İkisi de özel şekilde fonlandığı ve kimse bunlardan herhangi birine girmeye zorlanmadığı müddetçe bu üniversitelerin bulunduğu düzen adil olurdu. Bu durumda, hukukun da bu iki üniversiteye herhangi bir müdahalede bulunmaması gerekirdi.
Kadınlara karşı ayrımcılık yapmak, pek çok başka barışçıl eylem gibi, ahlaksızca olabilir. Bu temelde, bireyci feministler elbette ilk üniversitenin poliçesini değiştirmeye çalışabilir. Fakat o durumda kullanacakları şeyler eğitim, protesto, grev, boykot, ahlaki argümanlar ve bir dizi ikna etme taktikleri olurdu. Ancak, bireyci feministler olarak, üniversitenin kadınları istememe doğrultusundaki barışçıl seçimini güç kullanarak kısıtlayamazlardı. İlişki özgürlüğü, ayrımcılık yapma hakkını da beraberinde getirmektedir.
Sosyalist feministler hiçbir zaman böyle düşünmedi ve şu anda da böyle düşünmemektedirler. Sosyalist feministler, mümkünse devleti – kadınların başdüşmanı olan ataerkil devleti – kullanarak kendi adil toplum anlayışlarını zorla gerçekleştirme yanlısıdırlar. Ne de olsa sosyalist adalet idealine güçle de ulaşılabilmektedir. Spesifik bir ekonomik düzeni güç kullanarak topluma dayatmak mümkünken kendi isteğiyle hareket eden bir toplumu güçle yaratmak mümkün değildir.
İki feminizm geleneği arasındaki başka bir temel fark, sınıf kavramının altında yatmaktadır. Sosyalist feminizme göre, biyolojik cinsiyet sınıf belirleyici, politik bir özelliktir. Erkekler yalnızca benzer bir biyolojiyi değil ataerkil kurumlarla sürdürdükleri benzer politik çıkarları da paylaşmaktadırlar. Ataerki, kendini erkek kültürüyle ve ekonomiyle (veya kapitalizmle) göstermektedir. Erkeklerin çıkarları zorunlu olarak kadınların çıkarlarıyla bir çatışma halindedir.
Catharine MacKinnon’ın kitabı Feminism Unmodified’ın ana teması bir sınıf olarak biyolojik cinsiyettir. MacKinnon şöyle yazmaktadır: “İlk konu, erkeklerin hükmederken kadınların itaat edeceği şekilde tasarlanan sosyal ilişkinin analizidir. Bu ilişki cinseldir, hatta biyolojik cinsiyetin ta kendisidir. Sadece onlar değilse bile özellikle erkekler, eşitsizliği, spesifik olarak biyolojik cinsiyetler arasındaki eşitsizliği, cinselleştirmektedir.”
Bireyci feministlere göre, bir bireyin hangi sınıfa ait olduğunu belirleyen politik özellik bireyin devletle ilişkisidir. İki temel sınıf vardır: politik güç aracılığıyla zenginleşen veya etkisini gösteren politik sınıf ve gönüllü takas aracılığıyla zenginleşen veya etkisini gösteren ekonomik sınıf. İki sınıfta da hem erkekler hem kadınlar bulunmaktadır ve bir birey olarak herkesin istediği an sınıf ilişkisini değiştirme özgürlüğü vardır.
Sosyalist feminizm, sınıfları biyolojiye dayandırdığından sınıflar değişmez bir haldedir ve erkekler ve kadınlar kaçınılmaz bir şekilde birbirlerinin düşmanlarıdır. Bireyci feminizmde, sınıflar akışkandır ve erkek ve kadın bireylerin zorunlu olarak çatışıyor olması gerekmemektedir. Bu faktör tek başına neden bireyci gelenekte ve tarihte kadın isimler olduğu kadar erkek isimlerin de olduğunu ve erkeklere cinsiyet temelinde çok nadiren saldırıldığını açıklıyor gibi gözükmektedir.
Dolayısıyla, bireyci feminizm yalnızca onaylayıcı eylem (pozitif ayrımcılık) veya sivil özgürlükler hakkında bir pozisyon değildir. Kadınların toplumla ilişkine dair kapsamlı ve entegre edilmiş bir inançlar sistemidir. Kadınların on dokuzuncu yüzyıldaki statüsünü önemli ölçüde etkilemiş derin ve zengin bir tarihi vardır. Romanlar, politik risaleler, şiirler, günlükler ve konuşmalarla dolu geniş bir literatürü ve kadınlar için büyük ölçüde yararlı gördüğü Sanayi Devrimi gibi olaylar için kendine has bir tarihsel yorumu vardır.
Bu geleneğin zenginliği, Amerikan feminizminin kökenlerinin derinden bireyci olduğunu fark ettiğinizde çok şaşırtıcı değildir.
Feminizmin Bireyci Kökenleri
Organize bir kuvvet olarak alınırsa, Amerikan feminizminin geçmişi “abolisyonizm” denen radikal bir kölelik karşıtı akıma dayanmaktadır. Abolisyonizm 1830’larda yükselmiş ve liberteryen William Lloyd Garrison ile yakından ilişkilendirilmiştir. Bu zaman diliminden önce de kadınların statüsünü iyileştirmek için uğraşan Anne Hutchinson ve Frances Wright gibi kadınlar olsa da onlar seslerini yalnızca bireyler olarak duyurmuşlardır; kendini kadın hakları için mücadele etmeye adamış, özbilince sahip bir organizasyonun parçası olarak değil.
Abolisyonizm, köleliğin hemen durdurulması gerektiğini çünkü her insanın kendi kendinin sahibi olduğunu ve kendi bedeninin ahlaki yetkesinin kendisinde olduğunu savunmuştur. Abolisyonist kadınlar da yavaş yavaş kendi kendinin sahibi olma ilkesini kölelerle birlikte kendilerine de uygulamaya başlamışlardır. Tarihçi Aileen S. Kraditor, Up From the Pedestal isimli kitabında şöyle yazmıştır: “1830’ların abolisyonizm akımı içerisindeki çok kadın yoktu. Olanlar ise yaptıkları çalışmaların kadınlara karşı olan kamusal ön yargılar nedeniyle sekteye uğradığını gördü. Bu sebeple, onlar ve diğer pek çok insan kadınların statüsü ve Negro’nun statüsü hakkındaki parallellikleri düşünmeye başladı. Fark ettikleri şey, beyaz erkeklerin doğal hak ilkelerini ve bireycilik ideolojisini yalnızca kendilerinin çıkarına uyguladığı oldu.”
Abolisyonist feminist Abbie Kelley sözü edilen duruma dair şöyle bir gözlem yapmıştır: “Kölelere minnettar olmak için iyi bir nedenimiz var. Onların zincirlerini kırmak için canla başla uğraşırken kendi kelepçelerimizi fark ettik”. 1838’de Massachusetts’te abolisyonist Angelina Grimké, bir Amerikan yasama organı önünde konuşan ilk kadın oldu. Sunumunda, bu kadınların kölelik davasını nasıl kadın davasıyla bir hale getirdiğini dramatik bir şekilde anlattı: “Sayın Başkan, önünüzde isimleri dilekçelerde yer alan 20.000 Massachusettes kadını adına konuşmak benim için bir ayrıcalıktır. Bu dilekçeler, büyük ve önemli kölelik konusu hakkındadır ve bu konu politik olduğu için genellikle alaylı bir şekilde kadınların bununla alakası olmadığı söylenmektedir. Kadın olduğumuz için mi yabancılaştırılıyoruz? Güçlü bir halkın anneleri, eşleri ve kızları olduğumuz için mi vatandaşlıktan yoksun bırakılıyoruz?”
Amerikan bireyciliği için talihsiz bir şekilde, İç Savaş çıkageldi. Eğer, Randolph Bourne’un dediği gibi, “savaş devletin sağlığı” ise o zaman o bireyciliğin ölümüdür. Bireycilik geleneğinin kökenleri devlet karşıtlığıdır ve savaş kaçınılmaz bir şekilde devletin gücünü arttırmaktadır. Daha kötüsü, barış sağlandığında devletin gücü savaş öncesi dönemlerdeki seviyesine gelmemektedir. İç Savaş, devletin gücünü öyle bir artırdı ki devlet zorunlu askerlik çağrısı, sansürcülük, ihzar emrini askıya almak, politik sebeplerden hapis cezası vermek, yasalar gereğince para almak gibi şeyleri yapabildi ve her türlü vergiyi önemli ölçüde artırdı. Bireycilik yok olup gitti.
İç Savaş, feminizmin de yüzünü değiştirdi. Savaştan önce, akım politik aktivitelere ve özellikle kadınlar için oy hakkı talep etmeye yönelmekteydi. 1840’ta Londra’daki Dünya Kölelik Karşıtı Konferansı’na katılan Elizabeth Cady Stanton, oradaki nispeten kültürsüz radikal İngiliz erkekler tarafından gördüğü saygısız muameleden son derece rahatsız olmuştu. William Lloyd Garrison bu durum karşısında o kadar öfkelenmişti ki oturduğu yerden kalkıp kadınların dışlandığı perdelenmiş alana geçmişti.
Stanton, Quaker abolisyonisti Lucretia Mott ile birlikte 1848 tarihli mühim Seneca Falls Kongresi’ni düzenledi. Bu kongrede, kadınların oy hakkı meselesine dair bir önerge sunuldu. “Bu ülkenin kadınlarının vazifelerinden biri kendi kutsal oy verme haklarını güvence altına almaktır”. Mott ve devlet tabanlı çözümlere derinden karşıt abolisyonist feministlerden önergeye karşı güçlü bir direniş geldi. Diğer tüm önergeler tam bir oybirliğiyle kabul edilse de kadınlara oy hakkı önergesi zar zor kabul edildi.
İç Savaş’ın ardından feministler, yeniden oy hakkı talebinde bulundu. Yıllarca yanlarında mücadele ettikleri abolisyonist erkeklerin emriyle feministler, kendi çıkarlarını bir kenara koyup On Dördüncü ve On Beşinci Yasal Düzenlemeler için mücadele etmek durumunda kaldı. Umdukları şey bu düzenlemelere kadınların da dahil edilmesiydi. On Dördüncü Yasal Düzenleme, devletin Kongre’deki temsilciliğini erkeklerin oy verme hakkının korunmasına bağlamıştır – en azından, 21 yaşın üzerinde olup vergi vermeyen bir Kızılderili olmayan erkekler için. On Beşinci Yasal Düzenleme, oy verme hakkının “ırk, renk veya daha önceki kölelik durumu” ile kısıtlanamayacağını ilan etmiştir: Cinsiyetin bahsi geçmemiştir. Kadınlar, ihanete uğramış hissetmiştir. The History of Women Suffrage’da Susan B. Anthony, o andan sonrası için “Erkeklerin tüm nasihatlerini sonsuza dek geçersiz kıldık” yazmıştır. Belki de bu şu an feminizmi tanımladığı düşünülen duygusal erkek karşıtlığının başlangıç noktasıdır.
Politik çözümlere karşı gelen bireyci feministler, ana akım feminizmden farklı olarak, kendilerini sesleri olarak kullandıkları çeşitli sosyal aktiviteler düzenleyerek ifade etmiştir. Bunların en önemlileri, adının çağrıştırabileceği çapkınlıkla bir alakası olmayan, Free Love olmuştur. Bu akım basitçe evlilik ve doğum kontrolü gibi tüm barışçıl cinsel tercihlerin ilişkiye dahil olan yetişkinlere bırakılması ve devletin buna herhangi bir şekilde müdahalede bulunmaması gerektiğini söylemiştir.
Bireyci feministler için ana Free Love dergisi provokatif şekilde isimlendirilen Lucifer the Light Bearer (1883 – 1907)’dır ve derginin editörlüğünü Moses Harman yapmıştır. 1800’lerin sonlarına doğru bu dergi, doğum kontrolünün bir seçim olduğunu net bir şekilde savunan az sayıdaki forumlardan biriydi. Bunu yaparkenki baş müttefiki Ezra Heywood tarafından editörlüğü yapılan liberteryen The Word (1872 – 1893) dergisi olmuştur.
Harman, kadınların kendi kendilerine sahip olduğu gerçeğinin evlilikte ve diğer cinsel birlikteliklerde tam anlamıyla farkına varılması gerektiğinde ısrar etmiştir. Ne yazık ki, Harman kendi prensiplerini hayatında da uygulayarak Comstock yasalarına (1873) karşı gelmiştir. Bu yasalar, müstehcen – tanımsız – materyallerin postalanmasını yasaklamaktaydı. 1887’nin Şubat’ında, Lucifer’ın çoğu personeli böyle üç mektup yayımlamaktan tutuklanmıştı. Bu mektuplardan biri bir ameliyat sonrası iyileşme sürecindeyken eşi tarafından sekse zorlanan bir kadının feci durumunu tarif etmekteydi. Bu bulabildiğim kadarıyla hukuk tarafından evlilik içi tecavüz olarak görülen ilk dava analizidir.
Derginin çalışanlarına 270 müstehcenlik vakası hakkında soruşturma açılmıştır. Fakat nihayetinde sadece Harman hapse atılmıştır. Harman, takip eden on yıllar boyunca Comstock yasalarıyla savaşmıştır. Hapiste geçirdiği son yıl olan 1906’da, Illinois’un karlı havasında genellikle günde sekiz saat boyunca taş kırdığı bir ağır iş cezası almıştır. Harman o zaman 75 yaşındaydı.
Kadın hakları için mücadele ettiğinden Harman’ın cesaretinin on dokuzuncu yüzyıl feministleri tarafından takdir edildiğini varsaymak doğal gözükse de gerçekte verilen tepki böyle değildi. Ana akım feministler, doğum kontrolü bilgisini gizleyen yasaları, bu tür bilgileri müstehcen bulduklarından, genellikle desteklemekteydi. Örneğin, 1889 Kansas seçimlerindeki kadın adaylardan birinin vaatlerinden biri Harman’ın kendi eyaletlerinden yayımlanan dergisini kapatmaktı. The Sex Radicals isimli kitabında tarihçi Hal D. Sears, şöyle bir gözlem yapmıştır: “Geleneksel feministler Comstock yasaları önünde eğilmiştir. Liberteryen ilkelerle hareket eden bireyci feministler ise devletin sansürcülüğü ve bireyin kendi kendinin sahibi olması fikri hakkında sorular ortaya atmak için bu yasaları çiğnemiştir.”
Dolayısıyla, seks meselelerinde kadınların özgürlüğünü ilk talep edenler bireyci feministler olmuştur.
Bireyci feminizmi örneklemek için bir erkek seçtim çünkü bu geleneğe erkeklerin katkısının önemli olduğunu göstermek istiyordum. Fakat Harman başka bir noktayı da gözler önüne sermektedir. Kendisi, ismi parçalanmış dergilere gömülü diğer on dokuzuncu yüzyıl bireyci feministlerinin çoğundan daha fazla tanınmasına rağmen nadiren bireyci feminizm geleneğiyle ilişkilendirilmektedir. Bunun sebebi kısmen insanların bireyci feminizmin teorisine ve tarihine çok aşina olmamaları olabilir. Tarihçiler bu sebeple Harman gibi isimleri yerleştirecekleri uygun bir ideolojik bağlam bulamıyor olabilir.
Günümüzde, çağdaş feminizmin ideolojisi bir dogma haline geliyor gibi gözükmektedir. İdeolojiye aykırı fikir belirtenler akımdan atılmaktadır. Gitgide cinsel taciz ve pozitif ayrımcılık meselelerinde benimsenebilecek tek bir feminist pozisyon olduğu varsayılıyor gibi durmaktadır. Feminizmin kökenlerini hatırlamak ve tartışmanın kapılarını açmak, şimdi daha önce hiç olmadığı kadar gereklidir.