Bu yazının orijinali, daha kısa bir şekilde, 1979’un Mart’ında Liberterian Review’de yayımlanmıştır. Bu yazı, orijinal yazının Association of Liberterian Feminists’te yayımlanmış başka bir versiyonunun kısmi Türkçe çevirisidir. Yazının Voltairine’in kişisel hayatıyla ilgili daha da spesifik bilgiler edinebileceğiniz son kısmına ve daha fazla kaynağa linkten ulaşabilirsiniz. Çeviren: Mete. Görsel: Hilal Güler.
Emma Goldman, ona “Amerika’nın gelmiş geçmiş en yetenekli ve parlak anarşist kadını” diyordu. Ancak günümüzde, Voltairine de Cleyre, liberteryenler arasında bile doğru düzgün tanınmıyor. Kendisinden Amerikan anarşizm tarihlerinde gerektiği kadar bahsedilmiyor ve James Joll, George Woodcock ve Daniel Guerin gibi isimlerin daha genel çalışmalarında adı bile geçmiyor. Pek çok güçlü yazısı olmasına rağmen, yalnızca bir modern anarşist antolojide yer alıyor. Yalnızca iki Amerikan radikal düşünce koleksiyonu onun “Anarşizm ve Amerikan Geleneği” isimli klasiğini içeriyor. İroniktir ki bu iki koleksiyonun da içeriği başlıca anarşist değil.
Voltairine de Cleyre, biyografisini yazan Paul Avrich’in sözleriyle, “anarşist gökteki hızlı bir kuyruklu yıldızdı.” Seri bir şekilde alevlendi ve ardından kısa sürede ona ölümünden sonra da devam edecek bir sevgi ve bağlılık besleyen yakın arkadaşları hariç herkes tarafından unutuldu. Fakat “onun anısı”, Avrich devam eder, “bir efsanenin parıltısına sahiptir”.
Michigan’da küçük bir köyde 1866’da doğan Voltairine’in tüm hayatı fakirlik, acı ve hastalık doluydu. 1912’de 45 yaşındayken zamansız bir şekilde öldü. Hayatta olduğu kısa zaman dilimi, 20. yüzyılın büyük olayları yaşanmadan sona erdi ve, Avrich’e göre, bu Voltairine de Cleyre’nin görmezden gelinmesindeki büyük sebeplerden biri. Onun aksine, Emma Goldman ve Alexander Berkman uzun bir hayat yaşamıştı.
Voltairine’nin tanımlayıcı özellikleri haline gelen irade gücü ve zihin bağımsızlığı onun küçük yaşlarında bile belliydi. Bir Katolik rahibe okulunda eğitim almaya zorlanan genç Voltairine, ortamın boğuculuğundan ve otoriterliğinden kurtulmayı iple çekiyordu. Daha sonra, bunun “ruhunu ağartan” acı dolu bir deneyim olduğunu söylemişti. İncinmiş ama boyun eğmeyen bir haldeyken Voltairine, bu deneyimin ardından ateist oldu ve kısa bir süre içerisinde başarıları gitgide artan Özgür Düşünürler akımına meyletti. Clarence Darrow’un etkisi sebebiyle bir süreliğine sosyalizm üzerine düşündü ancak derinden otoriterlik karşıtı olan ruhu sebebiyle sosyalizmi reddederek anarşizmi savunmaya başladı.
Haymarket şehitlerinin asılması Emma Goldman gibi Voltairine’i de derinden etkiledi. Bu etki Voltairine’in anarşizme dönmesindeki büyük sebeplerden biri oldu. 1888’de hayatını ara vermeksizin özgürlük davasına adamaya başlayarak tutkuyla anarşist akımın içine atıldı.
Voltairine, halkın ilgi odağına çok girmese de, Emma Goldman gibi bir kötü şöhreti de yoktu. Popüler bir konuşmacı ve yorulmaz bir yazardı. Kısa ömründe onu uzun saatler çalışmaya zorlayan finansal durumuna, birden çok intihar denemesi içeren vahim mutsuzluğuna, onu neredeyse öldüren bir suikastçi kurşununa, birbirinden sıkıntılı romantik ilişkilerine rağmen yüzlerce şiir, deneme, hikaye ve skeç yazdı. Yazım tarzı meslektaşları tarafından son derece zarif ve güzel bulunmaktaydı. Avrich’e göre, Voltairine “diğer hiçbir Amerikan anarşistin sahip olmadığı bir edebi yeteneğe” sahipti. Berkman, Goldman ve Benjamin R. Tucker’ı bile geçtiği düşünülüyordu. Goldman’ın kendisi Voltairine’nin yazım tarzının eşsiz bir “düşünce açıklığına ve ifade orijinalliğine” sahip olduğuna inanmaktaydı. Ne yazık ki, yazılarının sadece bir koleksiyonu – The Selected Works of Voltairine de Cleyre – elimizde bütün şekilde duruyor. Bu koleksiyonu Berkman düzenlemiş ve Mother Earth 1914’te yayımlamıştı. Geri kalan yazılarının çoğu ise çok bilinmeyen dergiler içerisinde kaybolup gitmiştir.
Voltairine’nin hem yaşamı hem yazıları, Avrich’in sözleriyle, “son derece kompleks bir birey” olduğunu gösteriyordu. Ateist olmasına rağmen, Goldman’a göre, “yaptığı her şeyi damgalayan dini bir şevki vardı. Karakteri bir sofununki gibiydi”. “Azla yetindiği bir hayat yaşayarak…, der Avrich, “Anarşi Tarikatı’nın seküler rahibesi oldu”. Anarşist şair Sadikichi Hartman, Voltairine’ye ilham veren azmi tarif ederken şöyle demiştir: “Tüm hayatı, çok doğru bir şekilde “Dominant Fikir” diye isimlendirdiği bir fikri yüceltmekle geçti. Bir ankorit gibi, sürekli halkı direkt eyleme itmeye yönelten birbirinden güçlü argümanlar dile getirebilmek için tüm fiziksel varlığını kullandı.”
Emma Goldman’ın Voltairine de Cleyre anısına yazdığı bir yazıda dediği gibi, “Dominant Fikir”, Voltairine’in eserlerindeki ana motifti. Sürekli sağlıksızlığının vücudunu esir tutmasına ve nihayetinde onu öldürmesine rağmen, Dominant Fikir dediği şey Voltairine’i daha büyük entelektüel amaçlar gerçekleştirmek için motive etti. İşkence dolu hayatındaki her dezavantaja rağmen, iradesini yüce bir amaç doğrultusunda çalışmak için güçlü tutabildi.
Voltairine’in şair bir yanı da vardı. Şiirinde ve hatta düz yazısında, zarif bir şekilde müziğe, doğaya ve güzelliğe olan sevgisini dile getirdi. Emma Goldman’a göre, tüm sosyal idealleri bir yana, “Onun bir güzellik tanrısı da vardı. Hayatı şu ikisinden hangisi olacağına dair durmak bilmeyen bir mücadeleydi: güzelliğe olan özlemini inatla bastıran bir münzevi ve güzelliğe ulaşmak için inatla elinden geleni yapan bir şair.”
Voltairine’in kompleks kişiliğinin bir diğer göstergesi, hem rasyonel hem de şefkatli olabilmesiydi. Bu, Benjamin Tucker’ın, bazı günümüz bireyci anarşistleri gibi, tutarsızlık ve karmaşa yarattığını düşündüğü bir kombinasyondu. Voltairine’ye göre böyle değildi: “Benjamin R. Tucker gibi Amerikan anarşizmini temsil eden isimlerin duygusallığı yadsımasının büyük bir hata olduğunu düşünüyorum.” demişti. Voltairine, “Neden Anarşistim?” isimli denemesinde şöyle yazdı: “Benim seslendiklerim, duyguların erkekleri ve kadınlarıdır… Kendini diğerlerinden ayrı tutan, entelektüelliğin riyakarlığıyla “Sizden üstünüm!” diye haykıran yüzeysel egoistlere değil tüm varlığı baştan aşağı duyguyla tir tir titreyenlere sesleniyorum. Kadınların bitmek bilmez çilesine, küçük çocukların yorgunluğuna, güçlü erkeklerin kelepçelenmiş acizliğine merhametle bakan büyük kalpli insanlara sesleniyorum.”
Fakat Voltairine duygularının kendisini yönetmesine izin veren biri değildi. Ciddi tartışmalara girmek istiyordu. Tucker onun yeteneklerinden gitgide daha çok şüphe etse de çoğu iş arkadaşı Voltairine’nin parlak bir düşünür olduğunu görüyordu. Man!’in editörü Marcus Graham, onun için “bu yüzyılın en düşünceli kadın anarşisti” derken anarşist hatip George Brown da onu “tanıştığım en entelektüel kadın” diyerek tarif etmişti. Son sevgilisi Joseph Kucerra, Voltairine’in zihninin mantıklılığını ve analitikliğini övmüştü. Gereksiz övgüden kaçınan dikkatli bir tarihçi olan Avrich’in kendisi bile Voltairine’in “birinci sınıf bir zihin” olduğu sonucuna varmıştı.
Voltairine’in anarşizm spektrumundaki politik duruşu kendisinin diğer görüşlerinden daha az karmaşık değildi ve hatta çok daha az anlaşılmıştı. Avrich, Rudolph Rocker ve Emma Goldman tarafından öne sürülen hatalı iddialarla yaratılan Voltairine’in bir anarko-komünist olduğu mitini çürütmüştür. Avrich’in işaret ettiği üzere, 1907’de Voltairine, Emma Goldman’ın iddiasını “Ne şimdi komünistim ne de daha önce herhangi bir zamanda komünist oldum” diyerek yanıtlamıştır. Voltairine, bir Tuckercı bireycilikle başlamasının ardından 1890’lara Dyer Lum’ın karşılıkçığıyla girdi. Ancak nihayetinde ne bireyciliğin ne kolektivizmin ne de karşılıkçılığın tamamen tatmin edici olduğu sonucuna vardı. Sonunda, kendi pozisyonunu şöyle ifade etti: “Basitçe, görüşe iliştirilen iktisadi etiketleri çıkarılmış bir anarşistim.”
Tiresiz anarşizm veya “sıfatı olmayan anarşizm”, Errico Malatesta, Max Nettlau ve Lum gibi isimlerin dahil olduğu başka taraftarlara da sahipti. Belirli bir bağlılığı olmayan bu anarşizm türünü savunanlar, iktisadi tercihlerin kişisel zevklere göre değişebileceğini ve kimsenin veya hiçbir grubun tek doğru çözüme erişimi olmadığını düşünerek akım içerisinde farklı iktisadi görüşlere tolerans gösterilmesi gerektiğini savundu. Voltairine bunu şöyle ifade etti: “İnsanları kabul etmedikleri iktisadi düzenlemelerle yönetilen bir toplumda kalmaya zorlayan bir faktör işin içine girmediği sürece iktisat sistemlerinin hiçbirinin yapısında anarşistik olmayan bir şey yoktur.”
Voltairine’in tolerans ve işbirliği savunusu, anarşist ekoller arasında modern bir görüş olarak bize günümüze kadar ne kadar az şeyin değiştiğini fark ettiriyor. Hala hevesle birbirlerinin anarşizmini reddetmeye çalışan anarko-kapitalist ve anarko-komünist liderler düşünülürse gelenek içerisindeki gruplaşmalar hızla artmaya devam ediyor. Voltairine de Cleyre gibi insanlar tarafından tasavvur edilen çoğulcu bir anarşist toplumun inşa edilmesi insan doğasına dair en gerçekçi beklentilerden biri olabilir. Ancak bu kavram günümüzdeki anarşistler tarafından onun döneminde ciddiye alındığından bile daha az ciddiye alınıyor.
Muhtemelen Voltairine’nin en çok bilinen entelektüel katkısı, kendisinin sıkça tekrardan basılan “Anarşizm ve Amerikan Geleneği” isimli makalesidir. Bu makalede, anarşizm fikrinin nasıl Amerikan Devrimi’nin temellerinden doğal bir şekilde ortaya çıktığını göstermektedir. Şöyle yazmaktadır: “Devrimci Cumhuriyetçiler’in sonunda minumum devlete vardıkları başlangıç noktası Anarşist’in sonunda devletsizliğe vardığı sosyolojik temelle aynıdır: herkese eşit özgürlük, politik idealdir.” Ancak, Voltairine’ye göre, devrimci cumhuriyetçilerin aksine anarşistler çoğunluğun egemenliğini kabul edemezler. Anarşistlere göre, türü fark etmeksizin tüm devletler her zaman bir azınlık grup tarafından manipüle edilecektir. Daha sonra Voltairine, anarşistlerin ve cumhuriyetçilerin fikirleri arasındaki benzerliklerin, yerel girişimcilik ve bağımsız eylem gibi, başka örneklerine referans vermektedir. Şöyle yazmaktadır: “O halde, özel teşebbüs eşiti olduğu her şeyi daha iyi idare eder. Anarşizm, ister bireysel ister kooperatif olsun, özel teşebbüsün toplumun tüm taahhütlerine eşit olduğunu ifade eder.”
Voltairine’nin başka bir özel endişesi cinsel eşitlik meselesiydi. Avrich’e göre, yasanın kadınlara menkul eşya gibi davrandığı bir dönemde, “Voltairine de Cleyre’nin tüm hayatı, bu erkek egemenliği sistemine karşı, tıpkı anarşist ruhuna aykırı olan diğer tüm tiranlık ve sömürgenlik çeşitlerine karşı olduğu gibi, bir başkaldırıydı. “Böylesine parlak ve alışılmadık bir kadının feminist olması elbette bir sürpriz olmazdı.” Tüm kadınların kendilerine şu soruları sormasına izin verin, diye ağlamıştı Voltairine. “Neden ben erkeğin kölesiyim? Neden benim beynimin onunkine denk olmadığı söyleniyor? Neden benim çalışmalarıma onunki kadar ödenmiyor? Neden benim vücudumu eşim kontrol etmeli? Neden o çocuklarımı benden alabiliyor? Henüz doğmamışlarken bile onları alabilir mi? Her kadının bunları sormasına izin verin.” “Cinsiyet ve Kölelik” isimli makalesinde, Voltairine tüm bu soruların iki cevabı olduğunu ve bu cevapların açıkladığı nedenlerin tek bir ilkeye indirgenebileceğini savundu – “otoriter mutlak güçlü TANRI fikri ve onun iki enstrümanı – kilise, yani rahipler – devlet, yani yasa koyucular. Bu iki şey, Kilise’nin zihin egemenliği ve Devlet’in vücut egemenliği, Cinsiyet Köleliği’nin iki nedenidir.”
Cinsiyet eşitliği ve feminizme dair bu temalar Voltairine’nin aktif yıllarında sıkça verdiği pek çok dersin ve konuşmanın konusu haline geldi. Bunların arasında “Cinsiyet Köleliği”, “Aşk ve Özgürlük”, “Kadına Karşı Ortodoksluk Davası” ve “Mary’nin İncitecekleri” vardır.
Evlilik konusu, Voltairine’nin favori meselelerinden biriydi. Aşka değer verse de, resmi evlilik kurumunu “her türlü zorbalığın onayı” olarak ve evli kadını “bağlı köle” olarak gördüğünden, tamamen reddetti. Aralarında resmi evlilik bağları olmamasına rağmen kendisine seks objesi ve hizmetçi gibi davranan sevgilileriyle yaşadığı talihsiz deneyimler, Voltairine’yi bir erkekle yaşamanın bile kaçınılması gereken bir şey olduğuna ikna etti. William Godwin ve Mary Wollstonecraft’ın (kendi kadın kahramanı) sevgililer olarak farklı dairelerde yaşadığını öğrenmekten çok hoşnut olmuştu. Voltairine, annesine şöyle yazmıştı: “Her bireyin sadece kendine özel bir odası veya odaları olmalı ve bunlar asla mevcut ‘aile yaşantımızda’ karşılaştığımız izinsiz ve davetsiz samimiyetlere maruz kalmamalı. Bana göre, her bağımlılık, bireyin kendiliğinin bütünlüğünü parçalayan her şey, kölelik gibidir ve aşkın doğallığını yok eder.”
. . .