Muhafazakar bir ailede büyümüştü. Başlangıcına en yakın dönemlerine ait hatırladığı iki anı var; biri 99 depremi, diğeri ise çektirdiği bir fotoğrafı konu alan bir hatıra. 5 yaşındaydı. Henüz İstanbul’a taşınmamış, bir aile apartmanında kalıyordu. Annesi filmli fotoğraf makinesi almıştı birkaç hafta önce. Kardeşleri ile sürekli fotoğraf çekiliyorlar, filmlerin çıkmasını hep birlikte dört gözle bekliyorlardı. Bir gün annesi ve babaannesi Nojoud’u ve kardeşlerini yanlarına çağırdı; “Çocuklar, fotoğraflar çıktı.” Bir tane fotoğrafı vardı kırmızı, dizlerinde olan, fırfırlı bir elbiseyle; salonun en büyük üçlü koltuğunda oturmuş, bacak bacak üstüne atmış, ellerini kenarlara koymuş, en büyük sevimliliği ile gülümseyerek poz vermişti. Uzun uzun ona baktıktan sonra salona babasının yanına heyecanla koştu; “Baba baak” diyerek. Normalde babasıyla konuşurken dahi boğazına bir yumru oturur, cümleler ağzından çıkarken zorluk yaşardı. Ama Nojoud o gün, o fotoğrafını, babasıyla paylaşmak istemişti. Babası salonun o en büyük üçlü koltuğun tam ortasında; tam da onunkine benzer bir şekilde bacak bacak üstüne atmış, oturuyordu. Hevesle fotoğrafını babasına gösterdi. Babası sağ eliyle aldı fotoğrafı, uzaktan uzun uzun baktı. Sonra fotoğrafı iki kere ortasından yırtarak eline verdi. “Al bakalım” dedi. Yanında ağlamaya bile korkan Nojoud, “Ne ağlıyorsun” dayağı yememek için birkaç saniye olduğu yerde kaldıktan sonra ağlayabilmek için küçük odaya gidip elinde yırtılmış fotoğrafı ile köşeye çömelerek içerlendi. Hani herkesin benimsediği, kendisini en tanımlayan bir küçüklük fotoğrafı olur ya, Nojoud’un fotoğrafı da oydu. Sadece 10 dakikalık bir tanışıklığının, arkadaşlığının olabildiği o fotoğraf. Hiçbir fotoğrafı olmasaydı da sadece o olsaydı, belki de yeterdi ona.
Anne babaya yüklenmiş olan kutsiyet ve çocukların çoğunlukla bir emanet olarak görülmesi; çocuklar üzerinde sınırsız bir tahakküm kurabilmeye varıyor. “Onun ne olduğuna ve ne olacağına ben karar veririm” düşüncesi, çocuğun sadece ödevlerden oluşan bir hayata sahip olmasını doğuruyor. Baba için, 5 yaşında olmasına rağmen; kızının dizinde bir elbise giymesi, bacak bacak üstüne atması ve belki de o kadar güzel gülmesi hiç de hayra alamet değildi. Ve bir baba olarak kızının yolunu daha net çizebilmek ve bu hatasını yüzüne çarpmak adına ondan fotoğrafını aldı, yırttı ve geri verdi. Bir mesajdı bu. “Sadece benim onayladığım şeyler üzerinden mutlu olabilirsin, sınırını aştığın an bunu elinden alırım” gücünün pratikteki tezahürüydü. Bu yaptığı hareket kızını çocukluğunda daha tutuk, daha sessiz, daha itaatkar, daha uyumlu, daha memnun etmeye meyilli, daha ödevli biri yapmaya yetecekti. Hakkını, aranacak veya savunacak kadar değerli bulmamasını sağlayabilecekti. Onun düşünmesine gerek yoktu, hayal kurmasına gerek yoktu. Tüm yürüdüğü ve yürüyecek olduğu yollar zaten baba tarafından çizilmişti. Ama Nojoud’un içinin derinliklerinde üstünü örttüğü, konuşmasına çok da izin vermediği, konuştuğunda kulak asmadığı bireyci ve belki isyancı ruhu; ergenliğinde güçlenmeye başlamıştı. Belki bunu, babanın bu otoriter tavırları içinde daha pasif olarak gerçekleştiriyordu ama o “kendi yolunu kendi çizme” düsturu -babanın tüm bu hakimiyeti içindeyken bile- ona karşı gelebilme cesaretini içinde barındırabiliyordu. Babanın tüm o istediği “hanım hanımcık kız evlat” arketipine pek tabii uymayabilirdi – böyle bir seçeneği vardı. Onu ve kardeşlerini, bu arketipe benzetmeye çalışma çabaları, o arketipten çok az uzaklaştıklarında karşılaştıkları tavrı; babayı bir süre yenmesi gereken bir düşman olarak görmesine sebep olacaktı, veya bir rakip. Sürekli kız evladın baba evinde misafir olmasından bahseden ve asıl ailelerinin, evlerinin kocalarının yanı olacağından bahseden bu baba, Nojoud’un mutlaka ev-li olması gerektiğini düşündürtebilecekti. Peki Nojoud evsiz, yersiz, yurtsuz, göçebe bir gezgin olmak istiyorsa, ne olacaktı? Kendi çatısını yaratmak istiyorsa, o zaman, ne olacaktı?
Nojoud yaklaşık 15 sene sonra bu hikayeyi kendince sona yaklaştırmıştı. Boşanmasının üzerinden 2 ay geçmişti, herkesten ve her şeyden bin km uzaklaşıp gitti. Falanın kızı, filanın eşi, şunların gelini olarak tanınmadığı sadece ismi ile tanınabileceği, en güzeli bu uzantılarının bilinmediği uzakherhangibiryer’deydi. Akşam ezanından sonra dışarı çıkması normal şartlarda yasakken o gün, akşam ezanına kadar evde durmuş, akşam ezanı okunur okunmaz ayakkabılarını giymiş ve hemen dışarı çıkmıştı. 27 Aralık 2017. Yüzyüzeyken Konuşuruz grubunun Sandal şarkısını dinliyor. Bitiyor, tekrar dinliyor. “Kaçmışsın gitmişsin buradan çünkü bıkmışsın her şeyden, hepimizden.” Bitiyor, tekrar dinliyor. Tüm kurallar, tüm ültimatomlar, tüm yasaklar, tüm inançlar gerçekliğini ve gerekliliğini yitirmeye başlamıştı bile. İlk defa kendiyleydi. Kalabalığın içindeki kendilikten bahsetmiyorum. Tam anlamıyla kendiyleydi. Üzerinde parkası, elleri cebimde hızla sanki bir yere yetişmesi gerekiyormuş gibi yürüyordu. Sonra geri dönüyor, başladığı yere doğru dönüyor ve tekrardan yürümeye başlıyordu. “Evet, şimdi” dedi. Önce şalındaki iğneleri çıkardı ve altından bonesini çekip cebine sıkıştırdı. Biraz daha yürüdü. Alışması gerekiyordu. “Yollar aştım geldim.” Şalının uçlarını indirip boynunu açtı. Biraz daha yürüdü. Alışması gerekiyordu. Parkasının kapüşonunu şalının üstüne çekip, şalını çıkardı ve cebine sıkıştırdı. Biraz daha yürüdü. Alışması gerekiyordu. Hala Sandal şarkısı çalıyordu. “Yoldan çıktım geldim. Kuyulara düştüm kendim, tırmandım parmaklarımla. Kirlensin tırnaklarım da.” Biraz daha yürüdü. Alışması gerekiyordu. Bir hışımla kapüşonunu da indirdi. Herkesin ona bakacağını, onu ayıplayacağını bekliyordu. Bu aşağılamaların bir tanesini bile kaçırmamak için yanından geçen her insanın yüzüne bakıyordu, evet, şimdi diyeceklerdi herhalde, bunu bekliyordu. Kimse ona bakmadı. Kimse ona bir şey demedi. Kimse onu umursamadı. Sonra Allah’ına baktı. Gülümsüyordu. “İşte” diyordu “benim kızım.” Sonra kendine döndü, ona baktı. Kulakları üşüyordu. Kulaklar da üşüyormuş, onu fark etti. Saçları yüzüne çarpıyordu rüzgardan. Saçlar yüze çarparmış rüzgardan, onu fark etti. Eliyle üşüyen kulaklarının arkasına attı sonra saçlarını. “Böyle yapılıyor herhalde” dedi içinden. Sonra bir tahtakaleciye girdi ve kendine iki tane çıtçıtlı pembe toka aldı. Hediye aldı. Mutlu etti. “Konuş” dedi “bugün seni dinleyeceğim.”
Birey ne kadar yönlendirilse de bir şekilde, kendi yolunu bulmaya olan meyli, onu kendine ulaştıracak yolları doğuruyordu. O yollarda, birey kendini doğuruyordu. Kendi kendisinin annesi, kendi kendisinin evladı oluyordu. Reddetmekten, üzerine düşünmekten korktuğu her ne varsa, hepsini sıraya koydu. Başladı tek tek inşa etmeye.
Yaşadığımız toplumun, içinde bulunduğumuz ailenin kuralları dışına çıkmak hiç kolay değil, evet. Kendine yarattığın küçük özgür alanlarda bunu yaşamak istesen de özgürlük her zaman daha fazlasını istiyor. Nojoud; geçtiğimiz aylarda, benzer kırmızı fırfırlı bir elbiseyi kendisine hediye eden arkadaşına teşekkür ederek elbisesiyle koltukta hem de bacak bacak üstüne atıp gülerek fotoğraf çektirdi. 3 senedir saçlarını gizlemiyor, bu durum herkese karşı sorumlu olduğu bir sır. Bu yükü taşımak istemezdi ama ondan kendi olmasını istemeyen, ikiyüzlü bir sahtekar olmasını bekleyen bu topluma verecek bir dürüstlüğü yok.