AKP öncesi Türkiye’de yaşamış herkes bugün Türkiye’deki yaşamın nasıl dönüştüğünün farkındadır. Önceden konuşmaktan utanmadığımız meseleleri artık konuşurken utanıyoruz. Önceden üzerinde durmaktan çekindiğimiz meseleleri ise konuşur hale geldik. Bazı mekanları terk ederken, yeni mekanlara alıştık. Bir yandan muhafazakarlaşırken diğer yandan sekülerleşiyoruz da. Sürekli birbirini dıştalayan hayat tarzları içinde, arada kalanları sevmiyoruz. Ya öyle ya böyle olmak zorunda kaldığımız ve kendimizi mutlaka birinin mahallesinde tanımladığımız bir dönemdeyiz. Öyle ya da böyle AKP son 18 yılda Türkiye’deki toplumsal yapıda, gündelik hayatta, hafızamızda ve mekanda ciddi dönüşümlere sebep oldu. Henri Lefebvre Mekan Meselesi kitabında “Yaşamı değiştirmek için mekanı değiştirmek zorundasınız.” der. İşte Türkiye’de muhafazakar dönüşüm de bu mekan/mecra değişimi ile birlikte başlamıştır. Sadece artık nerede sosyalleştiğimiz değil, eskinin mekanlarında şu an nasıl sosyalleşiyor olduğumuz da değişti. Mekanlar önceki bağlamlarından kopar hale geldi.
AKP ve Yeni Hafıza
AKP’nin belediyeciliğe bu denli önem vermesinin tek nedeni seçim yatırımı olarak projeler üretmek ya da rant sağlamak değil. Belediyecilikle kentin hafızasını yeniden şekillendirebilir, yeni mekanlarla alternatif bir yaşam tarzını sürekli hale getirebilirsiniz. Burada hem bitmek bilmeyen inşaatları, hem asla sonu gelmeyen büyük ve görkemli projeleri hem de bu mekanların doğal sonucu olarak yepyeni bir hafızaya erişmemizi kastediyorum.
Çok daha büyük ve şatafatlı camiilerden, stratejik olarak önemli noktalarda bulunan ibadet alanlarına dek (Taksim’deki camii, üniversitelerde inşa edilen camiller veya Çamlıca Camii gibi) yeni bir yaşam tarzının hayatımıza sokulduğunu görüyoruz. Oysa Optimar’ın anketine göre düzenli namaz kılanların oranı %39.1. KONDA’nın anketine göreyse düzenli namaz kılanların sayısı %27’den %24’e gerilemiş durumda. Her ne kadar içleri doldurulamasa da AKP için camiiler simgesel olarak yeni bir hafıza inşa etmenin yolu.
Elbette belediyecilik ve AKP dendiğinde aklımıza ilk gelen Melih Gökçek oluyor. Melih Gökçek belediyeciliği Ankara için çok eskilere uzanıyor ve bu süre Melih Gökçek’in çılgın ve tamamen yararsız projelerini hayata geçirmesi için yeterli bir süre. Bu noktada Melih Gökçek sadece mekanlarla değil, ulaşımın gece 22.00’den sonra mümkün olamaması ile de bir yaşam tarzını dayatıyordu. Bu uygulama açık olarak seküler yaşama yönelik bir müdahale niteliğindeydi.
Ailelerin sosyalleştiği mekanlar ile bekar insanların sosyalleştiği mekanlar birbirinden ayrıldı. Daha çok ailelerin sosyalleşebileceği alanlar olarak tanımlanan içkisiz ve çoğunlukla çocuklu kişilerin vakit geçirdiği kamusal mekanlar genişlerken, içkili mekanlar bu karma sosyalleşmeden uzaklaştırılarak bir bir kapatıldı. Beyoğlu’ndaki gece kulüpleri kapandı, içkili eğlenme kültürü marjinalize edildi. Bu mekanların marjinalleşmesiyle, kadınlar bu mecraları terk ettiler. İçkili mekanlar daha çok bekar erkeklerin sosyalleşebileceği alanlar oldu. Önceden içki içmenin hiç garip karşılanmadığı ve ailelerin birlikte sosyalleşebildikleri alanlardan içki uzaklaştırıldı. Bu sadece içki meselesi değil. Uzaklaştırılıp yasaklanan şey belirli bir eğlence anlayışı. Yani seküler eğlenme anlayışının yasaklanması. (ki buna en iyi örnek yasaklanan veya yapılmayan festivaller ve bahar şenlikleri olacaktır.) Böylece bu eğlence biçimine dair hafızamız tekrar inşa oldu ve özellikle kadınların kendilerini güvende hissetmedikleri mekanlar olarak işaretlendiler.
Geçmişin İstiklal Caddesi ve Taksim’i gitti, İstanbul’u İstanbul yapan kültürel birikim ve çeşitlilik dönüştü. Taşrada da durum farklı değildi. AKP belediyeleri buradaki simgesel meydanları da dönüştürdü. Çevre düzenlemesinden anlaşılanın ağaçları sökmek ve yerine beton dökmek olduğu bir anlayış hakim oldu. Üstelik buna camiilerin etrafını çevreleyen ağaçlar da dahildi. İstanbul’da Fatih Camii‘den, Konya’daki Selimiye Camii‘ye; Sivas kent meydanından, Erzurum’daki Lalapaşa Camii‘ne dek ağaçları sökmek ve yerine beton dökmek “yeni kent estetiği” oldu. Millet bahçeleri ve millet kıraathaneleri ile yeni bir yaşam tarzı devlet tarafından pompalanırken yapılan araştırmalar Türkiye’deki gençlerin gittikçe sekülerleştiğini gösteriyordu. Sadece mekanlar değil, bu mekanlardaki genel estetik de değişti ve farklı kültürlerle eklemlendi. Batılı estetikten uzaklaşılırken yerini altın varak estetiği aldı. Yalnızca kayyım atanan belediyelerdeki iç mekan dönüşümleri dahi AKP’nin empoze ettiği yeni hafızaya örnek olabilir. Benzer şekilde AKP ile çoğalan nargile cafe’ler de bu sosyalleşme dönüşümüne iyi bir örnek.
Eski Türkiye’de İstanbul’da bir dönem yaşamış herkesin anılarının olduğu Haydarpaşa Garı dahi AKP’nin hedefinde. Eskiye dair bütün anılarımızı yeniden inşa etme girişimi olarak gördüğüm bu hamlelere en iyi örnek ise Gezi Parkı’nda yapılması planlanan, ancak sivil inisiyatifle engellenen Topçu Kışlası Projesi. 15 Temmuz sonrasında isimleri değiştirilen nice mekanı henüz saymıyorum. (Boğaziçi Köprüsü artık 15 Temmuz Şehitler Köprüsü. Elbette ki kaç kişi bu ismi kullanıyor, bu muamma.) Son olarak bugüne geldiğimizde ise Ayasofya’nın camiiye dönüştürüldüğünü görüyoruz.
AKP 2002’den bu yana ya yaşadığımız ve sosyalleştiğimiz mekanları dönüştürdü ya da bu mekanların isimlerini ve niteliklerini değiştirdi. Kamusal alandaki yaşamımızı yönlendirmenin peşinde, alışık olduğumuz mekanları dönüştürdü. Yalnızca bu değil. Mesela sadece şehirlerarası otobüslerde var olan bir uygulama olan “bayan yanı” uygulaması, artık trenlerde de var. AKP kadın ve erkeklerin birlikte sosyalleşmelerinin önünü yasaklarla kesemedikçe (Çünkü muhtemel tepkinin büyüklüğü tahmin edilebilir.) çeşitli mekanlarda müdahale edilmeyeceğinden emin oldukları, güvenli alanda gördükleri tüm ayrıştırıcı uygulamaları tatbik ediyor. Buna bir örnek de düzenli olarak mesele edilen “pembe otobüs” uygulaması. Bu mesele dönem dönem tepkimizi ölçmek istercesine AKP tarafından önümüze getiriliyor ve bir dönem bu konuyu konuşur hale geliyoruz. Zaten en başta da belirttiğim gibi, aile sosyalleşmesi ile arasındaki sınır keskinleşen bekar erkek sosyalleşmesi bu tarz bir ayrımın yasaklarla değil fiili olarak kabul görmesi anlamını taşıyor. 2002’den bu yana kendi yaşamımızdaki bu değişimleri fark edebilecek bir devrimden değil, ufak ufak reformlardan geçtik. Sonuç olarak bugün farklı bir yaşam tarzını benimsedik. Daha doğrusu dayatılan yaşam tarzına razı geldik.
Şunu biliyoruz ki AKP bu yaşam tarzını yalnızca mekan değişimleri ve dönüşümleri ile yaratmadı. En başta özel alanda en verimli kullanılan teknolojik alet olan televizyon da bu yaşam tarzını dayatmasının ve eskiye dair anılarımızı silmenin bir yolu oldu. Televizyonlar içki, sigara ve cinsellikten tamamen soyutlandı. Sadece kelimeler değil, ülkenin azımsanmayacak kısmının benimsediği yaşam tarzı; örf ve adetler sebep gösterilerek televizyondan kovuldu. Yerini yoğun şiddet ve milliyetçilik/islamcılık içerikli ya da içinde hiçbir şekilde cinselliğin bulunmadığı yapımlar aldı. Yasaklar ardı ardını kovaladıkça sansür talepleri daha yüksek sesle çıkmaya başladı. Bir grubun yaşam biçimi diğer grubun yaşam biçiminin karşısında kılıcını sallamaya hazırdı.
Sonuç olarak kamusal alandaki bu hegemonya, hafızamıza alternatif bir tarihi empoze ediyor. Betonlaşmaya dayalı, doğaya karşı saygısız bir şehircilik anlayışı ile kent estetiği algısında delikler açılıyor. Birey ve kent arasına dayatılan bir yaşam tarzı giriyor ve sonuç olarak belirli bir kesim kentten yabancılaşıyor. 2013 yılında Ankara’ya taşındığım dönemde çok kötü ve estetikten yoksun, virane bir yapının üzerinde kocaman bir yazılama görmüştüm. Pankartta “Gökçek bu ne?” yazıyordu. Sanırım insanların AKP belediyeciliğinin hakim olduğu kentlerde yaşadıkları yabancılaşmayı daha iyi ifade eden bir cümle olamaz. Gezi’den HES’lere, Hasankeyf’ten Kanal İstanbul’a dek Türkiye halkının aklında tek bir soru var: “Erdoğan bu ne?”