Türkiye İstanbul Sözleşmesi’ni 2011 yılında imzaladı ve sözleşme 2014 yılında yürürlüğe girdi. Ancak 2011 yılından bu yana AKP kendi imzalamış olduğu bu sözleşme ile savaşıyor. Oysa dönemin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olan Fatma Şahin İstanbul Sözleşmesi ve kadına yönelik şiddetle ilgili 2011 yılında şunları söylemişti.
“Meclis Başkanı ile 1 ay önce konuştuk, ciddi parlamento desteği var. Mali sorun da yok. Sivil toplumla konuştuk, sona yaklaştık. Sözleşmenin onayıyla kadının korunma sorunu kendiliğinden çözülecek.”
Hatta 2013 yılında da Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı olan Fatma Şahin, Erdoğan’ın “”Bizde kadının yaşam hakkı önemlidir. Bu işin maliyetine bakmayız.” yönünde bir yaklaşımı olduğunu ifade ediyordu.
Sonuç olarak İstanbul Sözleşmesi AKP’nin önemli katkıları ile imzalandı. Dış işleri bakanlığı açıklamalar yaptı, ancak bu imzayı atan AKP bu sözleşmeyi hiçbir zaman sindiremedi. Şayet geriye dönük bir tarama yaparsanız her yıl AKP’nin söz konusu sözleşme hakkındaki eleştirilerini ve memnuniyetsizliklerini okuyabilirsiniz.
Bu sözleşmeye AKP’nin yaklaşımında ciddi sorunlar vardı. Birincisi çıkardıkları her revize kanunda, Avrupa Birliği uyum yasalarında olduğu gibi uygulamalar kağıtta kaldı. Fatma Şahin’in “Sözleşmenin onayıyla kadının korunma sorunu kendiliğinden çözülecek.” şeklinde ifade ettiği yaklaşım 2002’den bu yana iktidarda olan AKP’nin toplumsal sorunlara yaklaşımının bir tezahürü. Toplumu, erkekleri, kadınları, işçileri ve dahasını sözleşme imzalayarak dönüştürebileceğine inanan AKP’nin bu konuda yanıldığını çeşitli araştırma şirketlerinin yaptığı “yaşam tarzı” anketlerinden ve hak ihlalleri ile dolu gölge raporlardan görebiliriz.
İkincisi imzalandığı günden bu yana İstanbul Sözleşmesi AKP’nin savaştığı bir canavar oldu. İktidara geldiği günden bu yana herhangi şekilde düşmansız kaldığı bir dönemde mutlaka yeni ve orijinal düşmanlar yaratan AKP’nin dönem dönem dile getirdiği bir “sorun” oldu. Üstelik bu “sorunu” sanki başlarına başkaları açmış gibi sözleşmeye öfke kustular.
Sonuç olarak Türkiye’de kadına yönelik şiddet artarak devam etti ve geldiğimiz noktada İstanbul Sözleşmesi’nin varlığının en fazla sorgulandığı bu döneme ulaşmış bulunduk. Bu kadar uzun yıllar boyunca yarattığı canavarlardan beslenen AKP’nin sürekli mızmızlandığını gördük, ancak somut bir adım attığını görmedik. Bu canavarın varlığı işlevini yitirene dek, bu karşı çıkışlar devam edecek.
Peki, AKP gerçekten zaten hiçbir şekilde yükümlülüklerini yerine getirmediği, hiçbir maddesi için özel bir çaba göstermediği bu sözleşmeden ne istiyor? AKP’nin bu sözleşmeye olan kini ancak İstanbul Sözleşmesi hakkında düşünerek anlayabiliriz.
Aile Temelli Değil Birey Temelli Bir Yaklaşım
İstanbul Sözleşmesi’nde kadına bakış birey temellidir. Bu bağlamda sadece evli kadınları kapsamaz, partneri olan bütün kadınları kapsar. AKP sadece kadınların değil Türkiye’de yaşayan kişileri -seçmeni olsun ya da olmasın- birey olarak değil, tebaa olarak tanımlıyor. Türkiye’de yalnızca kadınlar değil her birey temel pek çok hak ve özgürlürlükten yoksun olarak yaşamını sürdürmeye çalışmakta. Bu bakış açısı için “aile” devletin ve ataerkilliğin otoritesinin hiç çaba sarf etmeden kurulduğu en küçük birim oluyor. AKP ideolojisini, yaşam tarzını ve politikalarını benimseyen bir erkeğin liderlik ettiği ilkel aile yapısı, AKP’ye yani aslında devlete sıfır çaba ile mikro ölçekte iktidar sağlama, otorite tayin etme imtiyazını yaratıyor. Tam da bu nedenle kadının erkeğe tâbi olması sonra derece önemli. Aile içinde kadının ve çocukların sindirildiği bir yaşam tarzını dayatmak için kadının kamusal alandaki varlığını kısıtlayıcı uygulamalar öne sürülmek durumunda. Çocuk doğuran kadınlara verilen bir dizi teşvikler de bunun ürünü. Aynı zamanda kadın istihdamını engelleyici ve zorlaştırıcı politikalar da bunun tamamlayıcısıdır. Peki tüm bunların İstanbul Sözleşmesi ile ne ilgisi var?
Başta da belirttiğim gibi İstanbul Sözleşmesi kadınları birey olarak ele alıyor ve şiddeti “aile içi” değil, “ev içi” olarak tanımlıyor. Bu tanım kadınların özel alanda uğradıkları şiddeti görünür kıldığı gibi, kadının özel alandaki yaşamının da politik bir nesne olmasını sağlıyor. Şu durumda AKP bu sözleşmeyi imzalayarak feminizmin en önemli iddialarından biri olan “Özel alan politiktir.”e de imza attığının farkında. Oysa AKP devletin ve ataerkilliğinin iktidarının kurulduğu en küçük yapı birimi olan aile üzerindeki gücünden vazgeçmek istemiyor. Çünkü sadece dominant bir ataerkil erkeği değil, o erkek nezdinde evin tüm bireylerinin yaşam tarzlarını kontrol altına tutabiliyor. Bunun sonucunda ise kadına yönelik özel alandaki şiddet tamamen görünmez oluyor. İşte bu İstanbul Sözleşmesi’nin en hassas olduğu hak ihlallerinden biri.
Büyük Düşman: Toplumsal Cinsiyet
İstanbul Sözleşmesi’nde toplumsal cinsiyet önemle vurgulanıyor. Kadına yönelik şiddetin nedenlerinden birinin de kadınlara ve erkeklere dayatılan cinsiyet rolleri. Bu cinsiyet rolleri AKP yani devlet için büyük önem arz ediyor. Çünkü geleneksel “aile” bu cinsiyet rollerinin harfiyen uygulanmak durumunda olduğu bir yapı. Şayet toplumsal cinsiyet rolleri yeterli ve gerektiği gibi performe edilemezse ailenin dirliği ve erkeğin (yani aslında devletin) otoritesi sarsılıyor. Bu durumda bulunduğu duruma isyan eden, boşanmak isteyen, çalışmak isteyen, evdeki otoriteye karşı çıkan tüm kadınlar huzur bozucu bir rol üstleniyorlar. Aile içinde çocuklarına karşı bireysel hak ve özgürlükler konusunda hassas olan anne ve babalar ise toplum tarafından dışlanıyor ve devlet tarafından da makbul ebeveyn olarak görülmüyorlar. Bu nedenle İstanbul Sözleşmesi’nin net olarak ortaya koyduğu “toplumsal cinsiyet” AKP için bir sorun haline geliyor.
Boşanma: Kadın Özgürleşmesi
Devletin bireyler üzerindeki mikro otorite alanı aile için en büyük trajedilerden biri özgürleşmeye çalışan kadın. Evde iktidar olan erkeğe karşı çıkmak ve kendi özgürlük alanını inşa etmeye kalkmak çoğu zaman şiddete uğramakla sonuçlanıyor. Dahası önceden daha fazla şiddete daha uzun süre sabreden kadınlar artık kendi ekonomik özgürlüklerini alarak ya da “baba evi”nden destek görerek kocalarından ayrılma konusunda daha cesurlar. Bu noktada kadına yönelik şiddetin “Aile içinde olan aile içinde kalır.” düsturu ile görünürlüğünün engellediğine şahit oluyoruz. Çoğu kadın şiddete uğradığında ve polise başvurduğunda evine geri yollanıyor ya da arabulucular ile barışmaya zorlanıyor. AKP bir yandan kadını kamusal alandan özel alana ittirirken, diğer yandan da özel alanda uğradığı hak ihlallerinin görünmez olmasına destekçi oluyor. Fakat yine de boşanma oranları artıyor, gittikçe daha fazla kadın kendini ifade ediyor ve kocasına karşı geliyor. Bunu kadın cinayetleri istatistiklerine bakarak da görebiliyoruz. Her yıl çok fazla kadın boşanma sürecinde olduğu ya da boşandığı erkek tarafından katlediliyor.
Hak İhlallerinin Batı Kamuoyunda Görünür olması
AKP nasıl ki özel alanda aile içinde olanın aile içinde kalması gerektiğine inanıyorsa uluslararası alanda da ülke içinde olanın ülke içinde kalması gerektiğini inanıyor. Bunu iddia etmek için geçerli nedenlerimiz var.
Birincisi yalnızca İstanbul Sözleşmesi için değil, CEDAW için de AKP benzer bir tavır sergileniyor. CEDAW’a gölge raporların sunulduğu ve her ülkeye 20 dakikanın verdiği görüşmelerde iktidara yakınlığı ile bilinen KADEM’in 15 dakikayı yalnızca kendisine harcadığını ve asıl hak ihlallerinin bulunduğu raporların etkin sunumunu engellediğini biliyoruz. İkinci olarak İstanbul Sözleşmesi’nin her ne kadar direkt olarak hukuki bağlayıcılığı olmasa bile Türkiye devletinin pozitif ve negatif yükümlülüklerinin yerine getirilmediğinin Batı kamuoyu tarafından raporlarla gözlemlenebilmesi gittikçe dışa kapanan ve daha da otoriterleşen AKP için bir sorun olduğunu görüyoruz.
Bu nedenlerin bir sonucu olarak bugün AKP’nin İstanbul Sözleşmesi konusunda nasıl hassaslaştığını görebiliyoruz. Artık sabırları taşıyor ve bu zaten hiçbir yükümlülüğünü yerine getirmedikleri yükten bir an önce kurtulmak istiyorlar. İşte biz de tam da bu nedenle İstanbul Sözleşmesi’ne daha sıkı tutunmak zorundayız. İstanbul Sözleşmesi’ni ve birey olarak hak ve özgürlüklerimizi canla başla savunarak, devlete İstanbul Sözleşmesi’nden bir adım geri gitmeyeceğimizi haykırmak durumundayız. Bu uluslararası sözleşme 19. yüzyıldan bu yana büyüyüp yayılan feminizmin en önemli hukuki kazanımlarından biridir. Bireylerin hak ve özgürlükleri “Milletimiz kaldırılmasını istiyor.” diyerek sınırlanamaz. Hak ve özgürlükler diğer bireylerin sorgusuna açık olamaz.