“Hiçbir kadın muhtaç olmadığı sürece evlenmez,” dedi babaannem. 70’li yaşlarında olan babaannem, kadınların ancak ihtiyaç dahilinde evleneceğini düşünüyor. Eşini, aynı evi paylaştığı hayat arkadaşı olarak değil; kendisini yoran, bakım ve hizmet isteyen bir yük, ve muhtaçlığını gideren bir baston olarak görüyor. Yürümekte zorlanmasaydı belki de böyle bir bastona “ihtiyacı” olmayacaktı. Benzer dönemlerde bir hocanın da “Bir kadın ya babasının himayesinde yaşar ya da kocasının,” sözlerini işittikten sonra kadınların – şayet ki böyle bir himayeye ihtiyaçları varsa – kocalarının himayesini hangi sebeplerle tercih edebileceği üzerine düşündüm. “Boşanıp baba evine mi döneyim, burada en azından bir ‘düzenim’ var,” cümlesinin bir anlamı olmalıydı.
İyi ve itaatkar bir eş, cefakar ve vefakar bir anne olması için yetiştirilen ve aksi durumda eksik kalacağı fikri kendisine ince ince işlenen bir kız çocuğundan, “aldığı bu eğitimin” sertifikasını evlenerek göstermesi beklenir. Evlilik – belki de – büyüdüğünün bir ispat gösterisidir. Öyle ki yıllarca o görev için hazırlanmış, düğün gününün “en mutlu gün” sıfatı ile tanımlandırılması öğretilmişti. Peki, evlilik neden birçok genç kız için hala bu denli heyecan verici ve büyük manaları bünyesinde barındıran bir etkinlik olmaya devam etmekte?
Duvara karşı filminde Sibel’in Cahit’e “Benimle evlenir misin,” sorusunu yöneltirkenki çaresizliği ve umudu, tek seçenek olarak gördüğü bu kaçışa mahkum olması, istediği bireysel alanı için evliliğin bir kapı olma durumu ve ailesinin yasalarından sıyrılabilmesi için evliliği tek faktör olarak görmesi aslında bu durumun nasıl da bireysel alanı oluşturmaya yardımcı bir etken olabileceğini bizlere yansıtıyor.
Evlilik; kendine ait bir yaşam alanı bulmanın, kendi zevkinin tezahürünü yansıtabileceği bir eve sahip olmanın, “Ben artık büyüdüm,” demenin ve evet, sevdiğin kişi ile “gecenin bir vakti” balık ekmek yiyebilmenin yollarından biri bu coğrafya için. Kadın evlenene kadar görünmezdir, saklanır, sakınılır. Ne kadar yoksa o kadar kıymetlidir aslında. Evlendiğinde -işler yolunda gidebilirse- var-olmaya ve hatta doğmaya başlar. Bireyselliğine yer açma hakkının doğabildiği sayılı seçeneklerden birini kısmen kazanır. Öncesi için tüm “yapılması gerekenler listesi” ailenin gür sesli bir büyüğü tarafından belirlenmiş, hudutları kırmızıyla ve net bir şekilde çizilmiştir. Evlendikten sonra danışması –aslında ikna etmesi- gereken kişilerin sayısının bire düşeceği ihtimali ile, eşi ile birlikte paylaştığı yaşam alanında söz hakkına sahip iki kişiden birinin olması ile; bireysel alanın inşasının aslında temelleri atılmaya başlanır. Çoğu zaman, hangi okula gideceği konusunda fikri sorulmayan ya da dikkate alınmayan kimi zaman okula dahi gönderilmeyen kişinin evlendiğinde; o gün hangi yemeğin pişirileceğine ya da salondaki masanın üzerine hangi masa örtüsünün yakışacağına karar vermesi gözden kaçırılmasına rağmen önemli bir husustur. Önemlidir, çünkü bu karar verme ya da seçme özgürlüğü genellikle evlilik ile kazanılır ve bu, evliliğin bireysel alanın inşasında ilk basamağı oluşturmasına vesile olur.
Gelin görün ki çoğu zaman bu alanın kazanılması için bir şeylerin kaybedilmesi gerekir; mahalle, çevre, soyadı… O artık yeni bir yerdedir, kocasının yanında. Artık kendi isminden önce falanın eşi, filanların gelini olarak tanınacaktır. Öyle ki muhafazakar bir kesimden olan annem ve babamın düğün davetiyesinde annemin ismi bile yazmıyordu. Baş harfi, ve sonunda da bir nokta. Bu mahremiyet şemsiyesi altında annem, kendi düğün davetiyesinde, isminin sadece baş harfi ile mi yer bulabilecekti? Gerçekten, kadının adı yok muydu?
Hadislerde geçen “Kadın, kocasının dini üzeredir,” bilinci ile özellikle Müslüman bir kadın için eşini izleyeceği yollar her açıdan itina ile çizilmiştir. “O evlenmeden önceydi,” “Artık evli bir kadınsın,” ültimatomları; evlilik öncesi kendisi ile evlilik sonrası kendisi arasında sınır çizerek eski Ben’in geride kaldığı, yeni Ben’de ise salt kendisi olamayacağı ve kocası ile birlikte düşünüp hareket etmesi gerektiği içe yerleştirilir. Kolektif hareket edebilmenin ve komün yaşamın güzelliğini savunmakla birlikte; “son sözü söyleyecek olan kişi”nin varlığı, bu “birlikte”liğin vuku bulmasında büyük bir haksızlığı doğurmaya devam ediyor. Kadının istekleri ve fikirleri koca ile mukayese edildiğinde daha dengesiz bir eleğe tutuluyor. Geleneksel Ortadoğu aile yapısında fikrinin onaylanması için ikna etmesi gereken bir karar mercii olan eşine karşı inat etmemeli ve asi olmamalıdır. Uzlaşımcı, alttan alan, itaatkar, yumuşak başlı olma gibi kadına yapıştırılmış olan bu etiketlerle ikili uyum bozulmakta ve bu anlaşımcılık daha çok kadına üstlendirilmekte. Müslüman kadının alacağı ecir aslında ne kadar çok susacağından geçiyordu. Dişli bir kadın –ki bu genelde azimle “Ben bunu istiyorum,” demekten ibaret olabilir- çoğu Müslüman erkek için sabredilmesi gerekilen bir imtihandı. Kadının başarısı, alttan alttan erkeğe fark ettirmeden istediğini yaptırabilmesiydi. Büyük halamın “50 yıllık evliliğimiz boyunca kocamla bir kere bile kavga etmedik, çok şükür,” cümlesinin arkasında yatan da buydu. Çatışmasız, sessiz sedasız geçen bir soğuk savaş sürecine mağlup olmadan devam edebilmek. Dayak yemek veya “Seni babanın evine bırakırım,” tehdidi ile karşılaşmak istemeyen kadının, kuşandığı yeni bir stratejiydi bu.
“En azından burada bir düzenim var,” cümlesinin anlattığı gibi evliliğin kişiyi yavaşlatmaya başladığı esnada veya artık evliliği sonlandırma düşüncesi kadında hasıl olduğunda çoğu zaman bundan çekinmekte ve Dimyat’a giderken evdeki bulgurdan olma endişesi yaşamakta. Kendisinin asi olma durumlarında, korkutma biçimi olarak baba evine “gönderilmesi” ile karşılaşan kadın; tüm bunlara rağmen bu azalttırılmış bireysel hayat baba evinden daha cazip gelmekte. Çünkü o artık “kendi yuvasını” kurmuş. “Mutfak geniş ve ferah olsun orası senin alanın,” “Ev içi düzen kadından sorulur, erkek dış işleri bakanıysa kadın da içişleri bakanıdır,” cümlelerinin muhatabı. Bir ailenin parçası olmaktansa kurucularından biri olmak -kartlarını güzel oynayabilirse- kadına çok daha fazlasını verebilirdi. Buradaki bu kendisininlik ve bir şeyin demirbaşı olma, kurucusu olma durumu; baba evinden daha çok söz hakkına sahip olmasını sağlayabilirdi. Böyle bir ihtimal vardı.
Evlilik; önceki hayata nazaran daha özgür ve bireysel bir yaşam alanı sunabilirken; hakların beraberinde getirdiği yepyeni sorumluluk ve görevler ile, henüz daha bir olamamışken ikili bir bütünlük kurmaya çalışma ile, başka sınırların çizilmesi ve ikili birlikteliğin olağan bir getirisi olarak tek başına hareket edememe durumu ile; kısmi biçimde kazanılmış bireyselliğin, başka bir taraftan sınırlandırılmasına sebep oluyor. Evin ve özellikle mutfağın kadına tahsis edilmiş özel bir alan olmasının, evliliğin ve bazen anneliğin yanında gelen sorumluluklar; altın ve kısır günleri bu eksikliği bir nebze kapatabilse de kadını çoğu zaman akışkan hayattan koparmakta. Bireyselliğini inşa edebileceği seçeneklerin varlığını dahi bilemeyen genç bir kadın, tek açık bulduğu ve toplumca onaylanmış olan yoldan giderek evleniyor. Hala okula gönderilmeyen kız çocukları var. Bu kişiler için tüm amaç ve hayaller törpülendiğinde yapılacak tek bir şey kalıyor. Yasadaki boşlukları, lehine çevirebildiği kadar çevirmek.
Kadınların babalarını evin reisi olmasından çok danışman; kocalarını beyden ziyade eş, efendiden ziyade arkadaş, baston yerine destekçi olarak görebilmesi ne güzel olurdu. Değil mi ki en iyi evlilik iki insanın birbirine ihtiyaç duymadığı zamanda yapılmış olanıdır. Bunun için de kadına ya baba ya da koca himayesinde olacağı bir parazitlik lanse edilmemeli. Daha çok küçük yaşlarda seçimlerinin olabileceğinin fark ettirilmesi veya bu refleksin kaybettirilmemesi gerekir.
Gelelim güzel kadın babaannemin “Hiçbir kadın muhtaç olmadığı sürece evlenmez,” cümlesine. Bunu duyduktan sonra “Babaanne,” dedim, “akşamları evde beraber çay içip sohbet edebileceğin bir arkadaşın olsa fena mı olurdu?” Verdiği cevap aslında çok açıklayıcıydı, “Sadece çay içip sohbet edeceksek olur.”