Atanmış cinsiyeti kadın olan insanlarla ilgili çok yakın bir tarihe dek henüz erkekleri tatmin edecek şekilde cevaplanmamış bir soru vardı: “Kadınlar insan mıdır?” Gerçekten de Orta Çağ Avrupası’nda ve 19. yüzyılda bu soru hala geçerliliğini korumuş, bazen kendini “Kadınlar yurttaş mıdır?” “Kadınlar birey midir?” gibi sorulara bırakmıştır. Christine de Pizan, 1402’de “Kadınlar nedir?” diye sorar. Bu soru “Kadınlar insan mıdır?” sorusundan bir parça geride bir soru. Kadınlar insan mıdır, diye sorarsanız bu kadınların insan olduğuyla ilgili kuvvetli şüpheleriniz olduğunu gösterir. Kadınlar nedir, diye sorduğunuzda ise kadınların insan olma ihtimalini düşük bir ihtimal olarak görüyorsunuzdur. Avrupa’da Orta Çağ, atanmış cinsiyeti kadın olanlar için böyle karanlık geçerken, İslam coğrafyası bir parça ileride idi. Kadınların insan olduğu konusu müslümanlar için tartışmasız bir gerçekti, sadece kadınların nasıl insanlar oldukları konusu biraz can sıkıcı.
İmam Gazali için evlenilmemesi gereken 6 kadın vardır.
““Ennane (sürekli inleyen-şikâyette bulunan),
Mennane (kocasının başına kakan),
Hannane (önceki kocasına veya ondan olan çocuğuna karşı aşırı düşkünlük gösteren),
Haddake (her şeye göz diken / güzel gördüğü her şeyi almaya kalkan),
Berrake (sabahtan akşama kadar kendini süslemekle meşgul olan / veya küsüp çoluk-çocuğuyla yemek yemeyip tek başına yiyen),
Şeddake (yani çok konuşan, geveze) kadınla evlenmeniz doğru olmaz.” (İhya, 2/38).”
Kutadgu Bilig’de Yusuf Has Hacip, “Ey dost, arkadaş; sana kesin bir şey söyleyeyim. Bu kızlar doğmasa, doğarsa yaşamasa daha iyi olur.” ve “Eğer dünyaya gelirse onun yerinin toprağın altı veya evinin mezara komşu olması daha hayırlıdır.” der. (1)
Daha pek çok farklı örnekte kadınların bedenlerinin ve özgür iradelerinin dizginlenmesi gerektiğine dair pek çok Müslüman erkek yorumu olduğunu görüyoruz. Fakat bu yine de “umut” verici bir gelişme (!). Sonuç olarak en azından kadınların insan olduğu konusu karara bağlanmışa benziyor. Kadın daha çok kontrol altına alınması gereken bir tehlike.
Peki tüm bunların LGBTİ+lerle ilgisi nedir? Aslında kadınlar için insan mıdır değil midir, insansa nasıl bir insandır ve nasıl dizginlenmelidir soruları geçerli olmuş olsa da tüm bu hikaye içinde LGBTİ+lerin adlarının dahi geçmediğini görüyoruz. Orta Çağ’da, Aydınlanma çağında LGBTİ+’ler yok muydu? Neden haklarında en azından insan olup olmadıklarına dair dahi bir sorgulama görmüyoruz. Belli ki bu LGBTİ+ler için insan mıdır değil midir meselesi değildi. Bir yokluk meselesiydi. Şu sözü çok fazla duymuşsunuzdur: Bir fikri yok etmek istiyorsanız onu yok sayın. Onunla ilgili konuşmayın. Onu ne kötüleyin ne de hakkında iyi konuşun.
Aslında geriye doğru bir tarama yaptığınızda LGBTİ+ler için bazı metinler var ve bunlar çoğunlukla dini metinler. Sanki bu konu bu dini metinlerde binlerce yıl önce halledilmiş ve bir daha hiç açılmamak üzere rafa kaldırılmış gibi.
Peki bugün ne noktadayız? LGBTİ+ mücadelesi büyüdü, artık herkes hakkında olumlu ya da olumsuz olarak konuşmak zorunda hissediyor kendini. Belki şu an gericilerin “LGBTİ+ler insan mıdır?” aşamasında olduğunu söyleyebiliriz. Buraya varmamız çok da kolay olmadı. Aniden birileri bizim varlığımızı konuşur hale de gelmedi veya bir anda tarih sahnesine çıkmaya da karar vermedik. LGBTİ+ hikayesi bir açıdan seks işçilerinin hikayesi ile çok benzeşiyor. Hayır, sadece işsiz bırakılıp, toplumun dışına atıldığımız için çoğu zaman seks işçiliğine yönelmemiz değil mesele. Georges Bataille bir kitabında – şu an ne yazık ki hatırlamıyorum ve bulamadım da, eğer hatırlayan varsa yazabilir- seks işçilerinin yaşadığı mahalleleri böyle tanımlıyordu. Herkes orada olduğunu biliyordu ve erkekler eğer canları isterse bu mahalleleri ziyaret ediyorlardı. Bu mahallelerde öldürülen, tecavüze uğrayan seks işçileri vardı ve yine bu mahalleler aslında yok sayıldıkları için her türlü suçun ve istismarın yaşandığı yerlerdi. Bu biraz tanıdık. Aslında bu mahalleler de aynı aile içinde işlenen suçların sessizliğine mahkumdu. Amcası, dayısı, babası, kuzeni tarafından istismara uğrayan çocukların varlığını herkes biliyordu. Ama susmak ve hiç yaşanmamış gibi davranmak ailenin onurunu korumaktı. İşte LGBTİ+’lere, seks işçilerine ve tarihin dışına atılmış tüm dezavantajlı bırakılmış gruplara yapılan buydu. Sessizliğe bürünmek en doğrusuydu. Çocuklarının bir LGBTİ+ olduğunu aslında çok bariz şekilde bilen ailelerin, çocukları onlara açılana dek yok saymasının hamuru da aynı leğende yoğrulmuştur.
Evet, mesele LGBTİ+ler insan mıdır, dahi değildi yani. Onlar yoktu. Haklarında bir kere birkaç dini metinde konuşulmuş, mesele karara bağlanmıştı. Atanmış cinsiyeti kadın olanlarla ilgili varsayımlarda olduğu gibi, şaibeli ve üzerinde düşünülmesi gereken bir konu yoktu. Çünkü LGBTİ+ler yoktu.
Bu tanıdık geldi mi? Recep Tayyip Erdoğan, LGBTİ+lere savaş açmış durumda. Bu savaşın en simgesel cümlesi “LGBT, yok böyle bir şey.” oldu. Cumhurbaşkanının ağızdan varlıklarımızın tanınması ve aslında reddedilerek kabul görmemiz sevindirici. Bizi es geçemediler.
Dünyada LGBTİ+ hareketi büyüyor. LGBTİ+ mücadelesi öyle bir varoluş pratiği gösterdi ki bugün en büyük homofobikler, en azılı transfobikler, en radikal şiddet çığırtkanları dahi varlığımızı kabul etmek durumunda. Bu varoluş pratiğinin pek çok ayağı var. Ailesine açılanlar, kimliğini sosyal medyada saklamayanlar, saklananlar ama LGBTİ+ iletişim ağlarına katılanlar, bu konuda okuyan empati kuran cishet insanlar, sokaklardaki varlığımız, eylemlerimiz, yazılarımız, videolarımız, ürettiğimiz söylem…
Tüm bu mücadeleyi özetleyecek bir şeyler arasaydım bu “Buradayız, alışın, gitmiyoruz.” olurdu. Bu varlık-yokluk mücadelesini LGBTİ+ler kazanmıştır. Sıra, diğer tüm cishet insanlar gibi İNSAN olduğumuzu anayasalarına, metinlerine, sözleşmelere sokmamızda… Çünkü “LGBT, var böyle bir şey.
- https://bit.ly/2UiizFx