Yazının 23 Mart 2018 tarihli orijinaline Aeon üzerinden ulaşabilirsiniz. Çeviren: Mete Han Gencer. Görsel: Hilal Güler, dijital kolaj.
Düşüncesizce ve tehlikeli bir şekilde doğallaştırılan natranslığın (cisgender) en iyi devası, tarih olabilir. İnsanların tarihin büyük kısmında cinselliği sabit ve iki şekilli bir biçimde algılamadığı gerçeğiyle yüzleşmek, özgürleştirici ve çoğulcu bir gelecek hayal etmeyi kolaylaştırabilir.
Antik Yunan’da erastês ve erômenos (yetişkin erkekler ve genç oğlanlar) arasındaki yarı-kurumsallaşmış ilişkiler, cinsel geleneklerin günümüzdekilerden nasıl farklı olabileceğinin bir örneğini sunmaktadır. Akademisyenler “homoseksüellik” modern bir yapı derken elbette geçmişteki insanların romantik veya erotik eşcinsel ilişkilere girmediğini ima etmemektedir. Esas ima ettikleri şey, premodern dönemde eşcinsel ilişkiler yalnızca bir tercih veya uygulama olarak görülürken 19. yüzyılda doğuştan gelen bir kimlik olarak görülmeye başlandığıdır.
Almanca terim Homosexualität, 1868 civarında Avusturya-Macaristanlı yazar ve gazeteci Károly Mária Kertbeny (önceden Karl-Maria Benkert) tarafından ortaya atıldı. Bu gerçek, insanların bizim şu an homoseksüellik olarak düşündüğümüz şeyi kelime var olmadan önce nasıl kavramsallaştırmış olabilecekleri sorusunu doğurmaktadır. Bu nedenle, Robert Beachy’nin önerdiği gibi, 19. yüzyıl Avrupa’sında homoseksüelliğin “icadı” hakkında konuşmamız gerekmektedir. Bu bağlamda, Khaled el-Rouayheb’in kelimenin icadını önceleyen eşcinsel ilişkilere dair kitabının başlığı önemlidir – Before Homosexuality in the Arab-Islamic World, 1500-1800 [Arap-İslam Dünyasında Homoseksüellikten Önce, 1500-1800] (2005).
Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19. yüzyılın sonlarında Batı etkisiyle gelen heteronormatiflikten önce cinsel gelenekler çok farklı bir tablo çizmekteydi. Osmanlı cinsellik deneyimine yakından bakmak oldukça öğreticidir. Chicago Üniversitesi’nde, Osmanlıcı Helge Anetshofer ve İpek Hüner-Cora ile birlikte beş yüz yıllık Osmanlı edebi eserlerini cinsel terminoloji bulmak için derinlemesine incelemekteyim. Bu araştırmanın sonucu – şu an 600 kelimeden fazla – bize insanların nasıl yaşadığını tam olarak göstermiyor desek bile en azından Osmanlıca konuşan dünyanın, başlıca modern Türkiye ve yakın komşularının bulunduğu bölgenin, seks hakkında nasıl düşündüğünü öğretmektedir.
Şimdiye dek çıkartılan kelime listesi eksiksiz olmasa da ortada bazı net örüntüler var. Özellikle, insanların üç cinsiyet ve iki cinsellik hakkında konuşabildiği görülebilmektedir. İlk olarak, kaynaklar bir erkek/kadın dikotomisinden ziyade erkekleri, kadınları ve oğlan çocuklarını net bir şekilde üç farklı cinsiyet olarak almaktadır. Gerçekten de, oğlan çocukları “feminen” olarak da kadınların alternatifi olarak da düşünülmemekteydi; kadınlarla yüz kılına sahip olmamak gibi ortak özellikleri olsa da oğlanlar net bir şekilde farklı bir cinsiyet olarak görülmekteydi. Bunun da ötesinde, oğlanlar büyüyüp erkek olduklarından cinsiyet akışkandı ve bir bakıma, bir zamanlar oğlan çocuğu olduklarından her yetişkin erkek “transseksüel”di.
İkincil olarak, kaynaklar birbirlerinden farklı iki cinsellik olduğunu işaret etmektedir. Fakat hetero/homoseksüel dikotomisi yerine, iki cinsellik çeşidi içine giren ve içine girilen olmak olarak tanımlanıyordu. Giren erkeğin kimin içine girdiği mühim olmayan ve kişisel zevke bağlı olan bir mesele olarak görülmekteydi. “Aktif” bir erkeğin cinsel yönelimini tarif etmek için kullanılan kelimelerin değer yargısı içermemesi gerçekten de dikkate değerdir: örneğin, matlab (talepler, dilekler, arzular), meşreb (mizaç, karakter, eğilim), mezheb (tavır, davranış tarzı, mezhep), tarîk (yol, gidişat, metod, tavır) ve tercîh (seçim, tercih). İçe girmenin nesneleri olarak görülen oğlanlar ve kadınlar, erkekler kadar asil görülmemekteydi. Öte yandan, cinsel partnerler olarak, kadınların ve oğlanların birbirlerine üstün görüldüğü bir durum yoktu. Kısacası, literatüre göre Osmanlı toplumunda sınırları belli bir cinsel kimlik anlayışından ziyade bir erkeğin kendi cinsel partnerini günümüz insanının bira yerine şarabı tercih ederken yaptığı gibi tamamen kendi zevkine göre seçtiği bir cinsellik anlayışı vardı.
El-Rouayheb, Batılı oryantalistlerin Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da homoseksüelliğin görünürde yaygın olduğu ve kabul edildiğine dair iddialarının kronolojik anlamda hatalı olduğunu ortaya koymuştur. Bu iddialar, geçmişi bugünün değer yargılarıyla değerlendiren sistemin varsayımlarından biri olan evrensel ve tarihin sınırlarını aşan, birleştirici bir homoseksüellik kavramını kullanma hatasına düşmektedir. El-Rouayheb, premodern ve erken modern Arap kaynaklarının daha nüanslı, rol ve yaş farklılıkları bulunan bir eşcinsel ilişkiler görüşü benimsendiğini gösterdiğini öne sürmüştür. Paris’teki Sorbonne’da bir Arap literatürü uzmanı olan Frédéric Lagrange’ın Islamicate Sexualities (2008)’te dediği gibi, “kendi bütüncül homoseksüellik anlayışını belki de hiç sorgulamamış olan çağdaş Batılı okuyucu, bu Arap homoseksüelliğini birbirinden farklı çokça role “bölünmüş” bulmaktadır çünkü ortaçağ yazarları, genellikle homoseksüel ilişkideki aktif ve pasif taraf arasında herhangi bir “arzu ortaklığı” olduğunu düşünmemiştir.
Osmanlı döneminin literatüründe kullanılan cinsel terminoloji, tam olarak aynı durumun burada da geçerli olduğunu göstermektedir: “homoseksüellik” basitçe pasifinden aktifine, gencinden yaşlısına, kadınından erkeğine herkesi kucaklayan bir terim olarak kullanılmamaktaydı. Bunun yerine, Osmanlıca spesifik rolleri yerine getiren spesifik katılımcıları tarif eden aşırı özelleşmiş kelimelerle dolu çok zengin bir dildi.
19. yüzyılın sonunda, erkeklerle oğlan çocukları arasındaki ilişkiler gözden düşmüştü. 1876’dan 1909’a kadar padişahlık yapan II. Abdülhamid’e sunulan, çok alıntılanan bir dökümanda, tarihçi ve devlet adamı Ahmed Cevdet Paşa şöyle yazmıştır:
“Kadın severler sayıca artarken oğlan aşıkları azaldı. Adeta Lût kavminin yeryüzünden silinmesi gibi bir olay. İstanbul’da genç erkeklere yöneltilen alışılagelmiş, kötü şöhretli aşk ve yakınlık, artık doğal olana uyumlu bir şekilde kızlara yöneltilmiştir.”
Oğlancılığın azalması elbette hayırlıydı. Fakat bu değişim, Osmanlı toplumunda Batı etkisindeki heteronormatiftiliğin baş göstermesine ve dolayısıyla kaçınılmaz bir şekilde baskının ortaya çıkmasına da sebebiyet vermiştir.
Günümüz Türkiye’sinde homofobi, son derece kuvvetlidir. 26 Mayıs 1996’da, İstanbul’da düzenlenen İkinci Birleşmiş Milletler İnsan Yerleşimleri Konferansı (Habitat II)’ndan bir hafta önce, sağcı bir grup Taksim Meydanı yakınındaki Ülker Sokak’ta yaşayan, karşı cinsin kıyafetlerini giymekten hoşlanan (travesti) ve transseksüellere karşı ölümlerle, yaralanmalarla ve evden dışarı atılmalarla sonuçlanan bir katliam planını hayata geçirdi. Geçtiğimiz yıl, bir grup geri kafalının tehditleri üzerine otoriteler, İstanbul’un yıllık Onur Yürüyüşü’nün yapılmasını engelledi.
Türk hükümetinin Osmanlı atalarına övünerek gösterdikleri saygının onları bir gün cinsellik konusunda daha açık fikirli yapmasını ummaktan başka bir şey yapamayız.
Görsel: 18. yüzyıl Osmanlı minyatür ustası ve sanatçı Abdullah Buhari‘ye ait bir erotik çalışma.