Çeviri Cinsel Kimlikler Teorik

Cinsiyet öldü, yaşasın cinsiyet: nedir bu “performatiflik”?

Cinsiyet bu aralar bir sürü tanımlamanın altında eziliyor. Bir Non-binary oluyor, bir akışkan oluyor ya da tamamen “ölmüş” oluyor. Hatta hip-hop dünyasında giydiği elbiselerle ün salmış Amerikan rapçi Young Thug’a göre “cinsiyet diye bir şey yok”.

Bu tanımlamalar cinsiyetin sabit bir şey olması yerine, değişkenliğini ve hareket alanını vurgulayan ortak varsayıma dayanıyor. Kadın ve erkek olmanın ne demek olduğuna dair yapılan modern tartışmaların çoğu, bir şekilde Judith Butler’in sayesinde konuyla alakalı açılımlar edindiğimiz tezine dayanıyor. Butler’in “performatiflik” teorisi cinsiyetin oluşumundaki süreçlere ışık tutarak konuyla alakalı atılmış birçok fikri alaşağı etmesine rağmen teorinin geniş ölçüdeki sonuçları hala çoğunlukla yanlış anlaşılıyor.

Popüler kültürün performatifliği “cinsiyetin sosyal bir inşa” olduğu fikrine indirgemesini görmek üzücü. Çünkü tek başına bu slogan sosyal olanı natürel olanın karşısına pozisyonlandırıyor. Böylece cinsiyetin sadece biyolojik gerçekliğin üzerine seçimimizle sardığımız beşeri bir katman olduğunu ima ediyor. Aksine Butler, tartışmalarında doğa ve kültür veya atanmış ve biyolojik cinsiyetler arasında böylesine basit bir ayrım yapmayı uygun bulmuyordu. Ona göre cinsiyetimiz doğanın bizim için önceden belirlediği bir şey değildi, ve basitçe kültürle uydurulan bir şey de değildi. Daha ziyade Butler’in odaklandığı cinsiyetin bizim günlük hayatta tekrarladığımız sözler ve tavırlarımıza bağlı olmasıydı. Kanlı canlı insanların, bizzat bedenlerin hem şekillendirip hem de sonuçlarından etkilendiği söz ve tavırlar. Ve asıl hayati olan kısmı, bu rutinlerin çok nadir olarak özgürce açığa çıkması.

Performatiflik diye bahsedilen şeyin asıl özelliği günlük hayatın en küçük ayrıntılarına kadar uzanıyor olmasıdır. Geçenlerde bir grup arkadaşımla araba gezisine çıkmıştım ve gruptaki bir kadın konuşurken aslında araba sürme işini hep partnerine (bir erkek olarak) bıraktığını farkettiğini söyledi. “Böylesine uysal olmak bana feminen hissettiriyor” dedi. Butler bize bu noktada şunu sorardı: arkadaşın bunu bir kadın olduğu için mi yapıyor, ya da bu hareketi yapmak onun kadınlığının tanınmasına katkıda bulunduğu için mi?

Akımın en ünlü savunucusu Butler olsa da, performatiflik kavramının kökü daha önceki zamanda dilin nasıl işlediğine dair fikirlere dayanıyor. 1950’lerin ortasında İngiliz filozof J.L. Austin, dilin sadece bir şeyleri tanımlamaktan ziyade başarmak için olduğunu öne sürmüştü. Bir söz vermek mesela, verilen sözü uygulamak için söylenir, sadece tanımlamak için değil. Sözlerle Yapmak (How to Do Things with Words) (1962) kitabında Austin eylemlerin gerçekleşmesini ima eden ifadeleri (tahmin edebileceğiniz üzere) “performatif ifadeler” olarak tanımlıyor. İfadelerimizin doğru ya da yanlışlığından ziyade fonksiyonuna odaklanması devrimsel bir etki yaratarak disiplinlerarası bir girişim olan “söz edimi teorisinin” zeminini hazırlıyor. Böylece muhteşem bir şekilde teori tam olarak tanımladığı şeyi yapmayı başarıyor: dünyada bir şeylerin değişmesini sağlıyor.

Aşağı yukarı 30 yıl kadar sonra, Butler John Searle’nin söz edimi teorisi hakkındaki çalışmalarına atıfta bulunarak performatifliği cinsiyetle bağdaştırdı. İlgilendiği şey Searle’nin performatifliğin sadece bir şey yapmakla değil, aynı zamanda gelecekte o şeyi yapmaya gelecekte dahil olacak insanları da bağladığını söylemesiydi. Mesela hakim bir davayı sonlandırdığında sadece vakayı kapatmış olmaz, bir olaylar zincirini sonlandırmış olur- davalıların hüküm giyip giymeyeceğine karar verilir, mahkeme salonu boşaltılır. Searle’nin söylediğine göre sözü söyleyen performatifin (bu durumda mahkemedeki hakimin kararı) gelecek üzerinde bir etkisi olması için halihazırda oturmuş gelenek, adet vs. gibi kalıplara bağlı kalması gerekir. Toplum hakimin otoritesini ve beyanının şeklini kabul etmelidir. O halde performatif olmak bir nevi bilinenin tekrarı ya da bireylerin failliklerinde kendilerinden bekleneni bir nevi tekrar canlandırmalarıdır.
Bu zihinsel altyapıya karşı olarak Butler 1990’da yazdığı Cinsiyet Belası (Gender Trouble) kitabındaki tanıma göre “cinsiyet de niteliği belirlenmiş kimliği oluşturarak performatif olduğunu kanıtlıyor”. Fikir basitçe şu: cinsiyet bizzat günlük faaliyetlerde beliren sözler ve davranışlar yoluyla oluşur, yaşanan şeylerin yaşandıktan sonra yüzeysel olarak tanımlanmaları değildir. Daha öncesinde, 1988’de yazdığı bir metinde Butler cinsiyeti bir tiyatro oyununa benzeterek “prova edilmiş bir oyun, sadece kendisinden faydalanabilen aktörleri kurtaran ancak gerçeklik olarak tekrar tekrar üretilebilmesi için sahnede bütün bireylerine (aktörler) ihtiyaç duyan bir senaryo” olarak tanımlıyor. Yani cinsiyet basitçe dildeki ve eylemlerimizdeki örüntülerin kendi kendini tekrarlayışı değildir.

Austin ve Searle’nin kullandığı haline ek olarak Butler’in konseptinin iki ayrı açılımı var. İlk olarak cinsiyetin sadece dille oluşmaması var; cinsiyet bir o kadar da bedenlerin bazı şeyler yapmasıyla alakalıdır, el sıkışmak veya kıyafet giymek gibi. İkinci olarak da cinsiyeti icra etmek eskiden yaşamış, tamamen özgür bireyin yaptığı bir şey değildir. Burada Butler, Friedrich Nietzsche‘nin Ahlakın Soykütüğü (On the Genealogy of Morals) (1887) kitabındaki “yapılanın ardında bir varlık yoktur. Eylemin kendisi, her şeydir.” argümanını yeniden kurguluyor. Buna göre cinsiyet bir insanın basitçe bürünmeyi seçtiği bir rol olmadığı gibi, kopuk ve ilkel bilincimizin verdiği bir karar da değildir. Daha ziyade onu hayata geçiren aktörün kimliği hareketleri sayesinde şekillenir, ve bu hareketler ya tamamen bilinçsiz olur ya da hiç değilse kişi bir kısmını yapmaya mecbur bırakılır.

Mesela el sıkışmayı ele alalım. Kendini erkek olarak tanımlayan iki kişinin arasındaki “erkeksi” tokalaşma aslında bilinçli bir tercih değildir, daha çok geçmiş hareketlerine dayanan bir dürtü gibidir: ikisinin de fiziksel performansları (sert kavrayış, kararlı şekilde elini sallama) ve diğerlerinin onların “erkeksiliği” hakkındaki fikirleri (“gevşek tokalaşan adama güven olmaz”, “güzel, atılgan bir tokalaşması var”) gibi. İki erkeğin tokalaşmasında aralarındaki iletişime şekil veren, konuşulmamış bir koreografi vardır, ne kadar az düşünürsen o kadar sorunsuz işler. Performans bilinç düzeyine geldiği anda kullanışsız ve yapay hissettirir, çünkü az önce yaşanan şeyin başka bir şekilde yürütülebileceğini insana gösterir. Dolayısıyla Butler’a göre cinsiyet bir performanstır, ve tamamen gönüllü değildir. Daha ziyade tekdüze ve tekrarlayıcı değerinden ötürü bize “doğal” gibi hissettirir. Tokalaşmak birini erkek yapar, tam tersi değil.

Butler’in performatifliğin cinsiyeti oluşturduğu iddiası özgür ve rasyonel bireyin egemenliğini cinsiyetiyle bağdaştıran Batı metafiziğine aykırı düşüyor. Bu fikir 17. yüzyılda yaşayan ve aklı stabil bir zemin, bir içsel alan olarak ontolojik açıdan bedenlerimiz ve dünyadan ayrı gören Fransız filozof Rene Descartes’e ait. Buna karşı olarak Butler’in cinsiyeti kavramsallaştırışında hali hazırda var olan Dekartçı (Cartesian) egolarımızın irademiz sayesinde cinsiyetimizi “inşa ettiğine”, veya biyolojik olarak bize biçilmiş rolleri miras aldığımız fikrine yer yok. Bunun yerine bizler, bedenlere bürülü bireyler olarak, çoğu zaman düşünmeden “cinsiyet yapmanın” farklı yollarının yayılmasını sağlarız.

İlginç bir şekilde şu anda bilişsel bilimciler performatifliğin modifiye edilmiş bir formu üzerine çalışıyorlar, özellikle bedenler ve toplumun düşünme stillerimizi nasıl etkilediğiyle ilgilenenler. Bir örnek olarak yoksulluk ve beyin plastisitesi (nöroplastisite) arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmayı (Pitts-Taylor, 2016) ele alalım. Yoksulluk içinde yaşamanın stresi beynin fiziksel yapısını anlamlı şekilde değiştirebilir, mesela hipokampüsü küçültmesi gibi. Bu durum hafızayı, duygularımızı insanın kimliğinde payı olan birçok diğer bilişsel işlevi etkileyebilir. Öte yandan daha performatif bir bakış açısı benimsersek, bu sinirsel ve bedensel yapıların belirli sosyal ve duruma bağlı senaryolarla ilişkisine dair daha çok şey anlarız. Cinsiyet için performatifliğin anlamı gibi, bu yaklaşım aklın önceden var olan bir şey olmadığını, daha geniş bir bağlam sayesinde değişken ve şekillenebilecek bir şey olarak bedene bürünmüş bir organizmanın devam eden bir başarısı olduğunu öne sürer.

Performatiflik artık beşeri bilimler, sosyal bilimler ve hatta popüler kültürde bir replik olarak sıkça duyuluyor. Hatta 2016’da New York gazetesinde “Judith Butler’in Dünyası” diye anılmıştı. Aslında performatiflik ilk başta cinsiyet bağlamında geliştiridiyse de çok daha geniş bir kapsamı var. Başlangıçta içgüdüsel gelen şeylerin yabancılaşması için, apaçık gördüğümüzü sandığımız şeylere ikinci kez bakmak için bir yol. Performatiflik sadece dünyayı farklı görmemize değil, aynı zamanda neyi farklı yapabileceğimizi tahayyül etmeye teşvik ediyor bizi. Tam olarak filozof Alva Nöe’nin söylediği gibi: “bizim doğamızda yeni doğalar edinmek vardır”.

Referanslar:
Pitts-Taylor, V. The Brain’s Body: Neuroscience and Corporeal Politics. Durham: Duke University Press; 2016.

Subscribe
Bildir
guest

0 Yorum
Inline Feedbacks
View all comments