Bu yazıyı kızkardeşlik ruhuyla yazdığım söylenebilir. Bir farkla. Biraz huysuz ve hiçbir şeyi beğenmeyen bir kız kardeş olarak ve aslında anlattığım her şeyin yine öncelikle kız kardeşlerim tarafından okunmasını isterim. Varlığımızı hiçbir zaman kabul etmeyen kız kardeşlerimiz tarafından.
Feminizm bir çözüm müdür? Bu sorunun zorunlu olarak işaret ettiği tek şey “Bir sorun var.” önkabulü olabilir. Bu yazı bu önkabulle yazıldı. “Patriyarka vardır, son derece tesirlidir ve sorunun çözümünde feminizm etkilidir.” Ana akım feminizmin güncel karakterine karşı eleştirilere geçmeden önce feminizmin liberalizmden kopuşunu liberal bir bakış açısıyla anlatmak gerekir.
Feminizm Öncesi
19. yüzyıldan önce bir feminist hareketten söz edemeyiz. Elbette baskılara, yasaklamalara ve engellemelere karşın tarih boyunca kadınlar var olma mücadelesi verdiler, ancak bu mücadele 19. yüzyıla kadar bir toplumsal harekete dönüşmedi -ki bu esaret binlerce yıl dünyanın her köşesinde sürdü. Erkekler ve kadınlar arasındaki sessiz bir sözleşmenin ürünüydü ve ataerkil dünya, kadınların ve erkeklerin tarihin doğal akışında yarattığı bir geleceğe dönüştü.
Nasıl ki erkek ve kadın arasındaki bu sözleşme yapay bir şekilde kurulmadıysa bu sözleşmenin bozulması da yapay bir şekilde gerçekleşmedi. Koşulların oluşması gerekiyordu. Bu noktada aslında ataerkillik ve tarım-mülkiyet ilişkisine geçmek isterdim, çünkü nasıl ki anaerkil hayattan ataerkil hayata geçişte “saban”ın (evet basit bir alet olarak saban) etkisi varsa daha karmaşık örgütlenme biçimlerinin olduğu kapitalist sistemin de kadınların erkeklerle yaptıkları bu boyunduruk sözleşmesini yırtıp atmasında direkt olarak etkisi olmuştur. Daha net ifade edecek olursak aslında “sayesindedir.” Üstelik bugün ataerkillik ve tarım-mülkiyet ilişkisinin olmadığı toplumların arkeolojik buluntuları üzerinde çalışılıyor. Ancak konunun dışına fazla çıkmamak için ileri bir okuma önerisi ile bu kısmı geçeceğim. (1)
Liberal Feministler (İlk Feministler)
Piyasa birey olmanın, birey olmak da piyasanın yakıtı olmuştur. Bu bireycilik ve piyasa ilişkisinden doğan pek çok hak talebi oldu. Gerçekten de bu yüzyıl, insanın kendi varlığının farkındalığının ilk zirve noktası olmuştur. Sadece kadınlar değil aslında bir birey olarak insan yavaş yavaş kendinin keşfine başlamıştı. Yani artık binlerce yıllık uykudan uyanılıyordu.
Liberal feministler, bir birey olarak kabul görmenin mücadelesini veriyorlardı. Para kazanıyorlardı, artık ellerinde güç vardı. Aynı işi yapan kocalarından neden daha az ücret aldıklarını sorguluyorlardı. Kazandığı parayı ellerinden almaya çalışan kocalarına, abilerine ve babalarına karşı seslerini çıkarabiliyorlardı, çünkü emek artık evden çıkmıştı. Kadın hayatın içindeydi. Vergi veriyordu ve oy hakkı istiyordu, üniversiteye girmeyi talep ediyor ve arzuladığı her işi yapabilmek istiyordu. Aslında piyasa için kadınların birey olarak varlıklarının tanınması olumlu bir gelişmeydi. İki tarafın da kazançlı çıktığı bu ilişkiye rağmen kadınlar toplumsal ve siyasal alanda hala görülmüyorlardı. Patriyarka direniyordu. Bu sırada feminist hareket işçi sınıfının içinde de yankı buldu. Friedrich Engels’in Ailenin ve Özel Mülkiyetin Temeli gibi etnolojik çalışmalar kadının ezilmişliğini özel mülkiyete ve aileye bağlıyordu. Bu çalışmalar doğal olarak dönemin arkeolojik verilerine dayanmaktaydı. Sonuç olarak feminizm kapitalizm içindeki hak arayışlarını bir kenara itip liberalizmden ayrılarak, marksizm ile evliliğini yapmış oldu. Bugün dahi ana akım feminist hareketin ortaklaştığı en temel noktanın anti-kapitalizm olmasının nedeni o dönemde ve sonrasında yapılan çeşitli marksist etnolojik çalışmalardır. (2)
Bunlar olurken feminist teoriye hiç beklenmeyen bir yerden varoluşçu kanaldan ses geldi. Simone de Beauvoir “İkinci Cins”le yeni kurulan ezberi bozdu. Artık feminist teori ve feminist hareket dallanıp budaklanıyor çok seslileşiyordu. 1960’lardan sonra artık feminizm son derece çok sesli bir yapı olmuştu ve bunun içinde bir türlü kabul görmeyen bireyci ve liberal feministler de vardı. Yani aslında artık feminizm, 3. dalga feminizmin domine ettiği ana akım feminizm ve kadın sorununa piyasa üzerinden çözüm getiren bireyci/liberal feministler olarak iki kanaldan yürüyordu.
3. Dalga Feminizmde “Çeşitlilik” “Çokseslilik”
Farklılıkların ve çoksesliliğin değer bulduğu bir alan olarak 3. dalga feminizm bir açıdan kimlik siyasetine dayanırken diğer yandan postmodernizmin epistemolojisiyle iç içe yürüyor. 3. dalga aslında tarihsel bir vurguyu içinde barındırır. Şu an o kadar çok sesli bir konumdadır ki aslında hangi feminizmin 3. dalganın başat feminizmi söylemek zor, ancak neyin başat olmadığını söylebiliriz. Liberal/Bireyci feminizm. Her türlü çeşitliliği ve çoksesliliği onaylayan ve bir ortaklık yaratan ana akım feminizm, söz konusu anti-kapitalist olmayan feminizmler olduğunda sekter bir pozisyon alıyor. Gerçekten 3. dalga feminizm sanıldığı kadar birleştirici bir dalga mı? Görülüyor ki bu son derece şaibeli.
Yazının bu kısmında artık ana akım feminizmin hasarlı noktalarına değineceğim.
Kimlik Siyaseti
Bugün feminist hareket neredeyse tamamen kimlik siyasetiyle yürüyor. Sosyalist olduğunu söyleyen feministler için de öncelik kadın olmalarıyken sosyalizm sadece amaca ulaşmak için bir araç. Sosyalist feministler özellikle feminizmin ikinci boşanma olayından sonra -marksizmle boşanma- sınıf mücadelesi yerine kimlik siyasetine odaklanmış durumdalar ve hatta pek çoğu, çoğu ana akım feminist gibi postmodernizmin feminizmle kesişen problematiklerine kafa yoruyor. Bugün artık ne yazık ki ana akım feminizmde birey’in esamesi okunmamaktadır.
Pozitif Ayrımcılık ve Kadın Kotası
Kimlik siyaseti yürüten pek çok grup var. Zenciler, engelliler, kadınlar, LGBT’ler, şişmanlar vs. Amerika’da siyahilere belirli yerlerde kota uygulanıyor. Hatta siyahilere özel okullar var. Pek çok ülkede işverenlere belirli oranda engelli almak zorunlu tutuluyor. Kadın kotası dünyada yaygın bir uygulama. Bu talepler örneklendirilebilir. Peki bu tarz pozitif ayrımcılıklar amaçladığı şeyi yaratabiliyor mu?
Ünlü Tiger Mom kitabının yazarı avukat Amy Chua’nın Jed Rubenfeld ile beraber kaleme aldığı ve henüz Türkçe’ye çevrilmemiş kitabı The Triple Package pozitif ayrımcılık konusunda ilginç noktalara temas ediyor. (3) Kitap bu amaçla yazılmış olmasa da veriler son derece ilginç.
2011-2012 yıllarında Yale Hukuk’a giren 205 öğrencinin 18’i siyahi ve bu 18 siyahinin yalnızca 2’si “gerçek anlamda” Amerikalı. (Yazar burada bunu vurgulamak için African American ifadesini kullanıyor.) Kalan 16 siyahi ise göçmen. 16 kişiden sadece 12’si yabancı ülke doğumlu ebeveynlere sahip.
2010 yılında ABD’deki 260.000 Nijeryalı, ülkedeki siyahi nüfusun %0.7’sini oluştururken, 2013’te Harvard Business School’da 120 siyahi öğrencinin %20 ila 25’i Nijeryalıydı.
Morehouse, Spelman, Howard gibi Amerika’nın en iyi siyahi okullarında yine Nijeryalı ve göçmen siyahilerin yoğunluğu göze çarpıyor. Peki bununla nereye varılabilir? Biraz kazıyınca Nijeryalıların neden diğer siyahilerden daha “başarılı” oldukları ortaya çıkıyor. Bu siyahiler, Nijerya’daki Igbo ve Yoruba gibi varlıklı kabilelerden Amerika Birleşik Devletleri’ne göç eden ailelerin çocuklarıydı. Uzaklaşıp bakarsak gördüğümüz bir şey var. Gerçekten dezavantajlı kesim pozitif ayrımcılık yoluyla eşit kılınmaya çalışıyor, ancak pozitif ayrımcılık daha büyük bir adaletsizliği doğuruyor. Ülkenin gettolarında doğan ve doğduğu bölge sebebiyle başarıya ulaşamayan siyahiler için okullar kuruluyor ancak oralara da yine bu siyahiler çok az bir oranla yerleşim sağlayabiliyor. Amy Chua’nın deyimi ile yaratılmaya çalışılan eşitlik adaletsizliği doğuruyor. Daha açık şekilde ifade edersek pozitif ayrımcılık dezavantajlı gruplar için açık olarak adaletsizlik yaratıyor.
Pozitif ayrımcılık probleminin sonuçlarını sadece kota uygulamalarında görmüyoruz. Herhangi bir markanın reklamı feministlerin markajı altına alınıyor ve oyuncular tek tek incelenerek ne kadar “beyaz” oldukları tespit ediliyor. Oyuncular arasında dezavantajlı grupların temsili azsa hemen bir siber kampanya başlatılıyor. Firmanın ne kadar seksist ya da ırkçı olduğu tartışma konusu oluyor. Gerçekten de reklamlarda belirli rollerin belirli tipteki insanlara verilmesi veya belirli reklamlarda sadece erkeklerin ya da kadınların oynatılması veya sadece benzer vücut tiplerindeki insanların oynatılması artık hepimize yapay geliyor. Ancak soralım. Bu gerçekten bir firmaya siber linç organize etmek ve ırkçılık, cinsiyetçilik ile suçlamak için yeterli bir sebep mi? Devamını getirelim. Feministler neden diğer adı daha az geçen ve pek popüler olmayan dezavantajlı gruplar için sesini çıkarmaz? Engelliler mesela. Neden engelliler her zaman tekerlekli sandalye ile tasvir edilir. Bütün engelliler tekelli sandalyede midir? Peki reklamlarda neden şizofreni engeli olan insanlar temsil edilmez? Körler? Sağırlar? Yüzü yanmış insanlar? Peki neden aşırı obezler ve anoreksiyalar oynatılmadığı için siber linç düzenleyip imza kampanyası başlatmıyor ana akım feministler? Yoksa kadın veya siyahi olmak trans kadın veya Japon olmaktan daha mı önemli ve öncelikli? Görüldüğü gibi bir gayya kuyusu.
Pozitif ayrımcılık aslında her açıdan saklı bir negatif ayrımcılıktır. Her kota aslında başka bir hakkın gaspıdır. Yasaklamadır. Kadın kotası bir eşcinsel erkeğin hakkının gaspıdır. Zenci kotası bir kadının hakkının gaspıdır. Bir engelli kotası bir trans kadının hakkının gaspıdır. Peki yarışa geriden başlayan biri için kota dışında bir çözüm yok mu? 200 yıldır kadınlar olarak her meslek grubuna kota ile girmedik. Özellikle işverenlerin bilinçlendirilmesi bu noktada çok önemli. Feministlerden durmadan eleştiri alan ve alay konusu olan HeforShe kampanyası da bu yüzden kurgulanmıştı. Kadınların erkeklere muhtaçlığının vurgulanması olarak yorumlanan bu kampanya ülkemizde bile bir farklılık yarattı. Mustafa Koç ile cinsiyet eşitiği için küresel dayanışmaya katılan KOÇ Grubu pek çok personeline cinsiyet eşitliği ve toplumsal cinsiyet alanında eğitim verdi ve dahası Mustafa Koç’un Davos’taki konuşmasında belirttiği gibi, o da cinsiyet eşitliği mücadelesiyle bu kadar ayrıntılı olarak Birleşmiş Milletler’in HeforShe kampanyası ile haberdar olmuştu. Çok açık ki ülkenin en büyük sermayelerinden birinin başındaki insanın cinsiyet eşitliği üzerine “düşünmeye” başlaması bile bir adımdı. Fakat bu gerçek “Davos’ta feminizm hakkında bir erkek konuşuyor.” şeklinde lanse edildi. Koca bir kampanya ve emek -ki zaten kampanya “erkeklere” hitap ediyordu- son derece lakayıt bir biçimde ele alındı Türkiyeli feministler tarafından. Günümüz müzbin kötümser feminizminin ne yazık ki kapitalizmin kendini iyileştirmesine tahammülü yok. Atılacak her olumlu adım elbette ki anti-kapitalizm ile yükselen güncel feminizme bağ oluyor.
Kapitalizm: Bir Samimiyet Sınavı
Son dönemde feministlerin favori nefret objesi H&M. 1-2 yıl önce H&M reklamlarında tek tip insanları oynattığı için eleştirilmişti. Bugün H&M ilginç bir atılım yaptı ve tam anlamıyla feminist bir reklam filmi çekti. Şişman, zenci, uzak doğulu, erkeksi, trans, lezbiyen, genç, yaşlı, koltukaltları kıllı, her tipten kadın. Reklam adeta feministlerin talep ettiği, hatta talep etmeyi unuttuğu her şeyi içeriyo, ancak feministler ilginç bir sebeple bunu da beğenmediler. “Samimi değilsiniz.” glabolhobo.com’da yayınlanan bir yazıda (4) H&M’in mültecileri ve kadın işçileri dünyanın dört bir yanında çalıştırmasından dolayı, kadınları “kandırmaya” çalıştığından ve aslında H&M’in kadınları düşünmediğinden bahsediliyor.
İnanılmaz değil mi?
William Robertson Avrupa’da Toplumsal İlerlemeye Bir Bakış adlı çalışmasında “Ticaret ulusların arasında ayrılığın ve düşmanlığın devamına yol açan önyargıların silinmesini sağlar. İnsanların davranışlarını daha görgülü ve yumuşak hale getirir.” der. (5) Bugün bu cümleleri çok daha geniş alabiliriz. Ticaret LGBT’lere, kadınlara, engellilere, şişmanlara ve diğer tüm dezavantajlı gruplara karşı önyargıların silinmesini sağlar. H&M reklamı da bunun için sadece “gerçek”, “sonuç odaklı” bir adım. Üstelik milyonlarca insana ulaşabilecek bir adım.
Oysa ana akım feministler kendi zaferlerini göremeyecek kadar kafaları karışmış halde yaşıyorlar. H&M’in reklamı bir zaferdir. Piyasa ayrımcılığı kaldırmaz, tersine onu nötrler. Talebi erken görmek çok değerlidir. Talep edilen şey ne ise, sunulur. H&M reklamı bu yüzden ana akım feminizmin bizzat, dolaysız “iradesidir.” Reklamı çeken, reklamda oynayan, reklamı finanse eden kim, bunların bir önemi yok. Çünkü bu “kurgu” feministlerindir. Güncel feminizmin neredeyse kör bir anti-kapitalist bakış açısı vardır ki bu algı bütün politikalarına şekil vererek onu bugünkü çıkmaz sokağına sokmuştur.
Dile Karşı Savaş
3. Dalga Feminizmin son kullanıcı feministte en fazla görünür mirası dile yönelik müdahalelerde oldu. Cinsiyetçi dil ve söyleme karşı tepkisel yaklaşımlar kısa zamanda yerini yasakçı ve sansürcü bir zihniyete bıraktı. Bu sansürcü bakış açısı ise kendisini “Nefret söylemi ifade özgürlüğü değildir.” cümlesinde buldu. Bu cümle son derece tehlikeli bir cümle. Sansürcülerin tarihine bakıldığında, hatta bugüne bakıldığında örnekleri her yerde karşımıza çıkabiliyor. “X özgürlük değildir.” Bu mu özgürlük?” nidaları bütün ifade özgürlüğü karşıtlarının kalıbı ve fakat ne yazık ki “sözün söylenmesi”ne karşı geliştirilen bütün tepkiler sonunda bir şekilde şiddete varıyor, nitekim vardı da. İthaki yayınlarının mini Virginia Woolf biyografisine kızan feministler geçtiğimiz sene yayınevinin kapısını çarpıladılar ve sonunda yayınevi özür dilemek zorunda kaldı. Elbette ki feministler şiddetle bastırdıkları yayınevinin bu özrünü de samimi bulmadılar. Birine şiddet uygulayıp sonra özüründen samimiyet beklemek de garip olmuştu açıkçası.
Feministlerin şiddet eylemleri bu kadar değil. Tüm dünyada konferans, söyleşi basmalarıyla meşhur oldular ne yazık ki. Youtube’da Factual Feminist adlı bir program yapan ve Who Stole Feminism kitabının yazarı Christina Hoff Sommers hangi üniversitede konuşmacı olsa posterleri yırtılıyor ve hiç de barışçıl olmayan protesto gösterileriyle baskılanmaya çalışılıyor. Aynı durum daha kötü örnekleriyle Camilla Paglia için de gerçeli. Güncel feminizmin ifade özgürlüğü ile sınavı ne yazık ki iyi geçmiyor. Sadece internette değil, bir feministe rastlayacağınız her alanda, cinsiyetçi ifadeler kullanmakla suçlanıyor ve sözlü tacize maruz kalıyorsunuz. Acaba bu işin sonu nereye varacak diye düşünmeden edemiyor insan.
Feminist Ahlakçılık
Yüzlerce örnekle dolu bir alan. Öyle ki sağ duyu körleri için bile görülecek şeyler var. Feministlerin özellikle kadınsı olan şeylere düşmanlığı ilginç bir boyuta ulaştı. En yakın tarihli örneği Türkiye’den verelim. Dilek Doğan’ın öldürülmesiyle ilgili bir karikatürde Dilek Doğan’ın “erotik” çizildiği iddia edildi ve bu karikatürde Dilek Doğan sadece “göğüsleri ve kalçaları olan bir kadın” olarak çizilmişti. Herhangi bir afişte, görselde, reklamda bir şekilde feminen biçimde resmedilen hiçbir karakter feministlerin gazabına uğramaktan kurtulamadı. Feminist ahlakçılık sadece burada bitmiyor. Geçtiğimiz aylarda Kaos GL’de Amargi kaynaklı bir yazı yayınlandı. (6) “Mustang Filmine Dair: Filme Sızan Erkek Bakış Açısı” adlı bu yazı, Cannes Film Festivali’nde Europa Cinema Label ödülünü alan ve feminist bir film olarak bildiğimiz Mustang’in gizli ataerkil şifrelerini “çözüyor.” Görülmeyeni görüyor, bilinç altındaki eril kıvrımları deşifre ediyor. Mustang filminde kız kardeşlerin çıplak bacaklarına çarpan gün ışığı, sürekli çıplak gezmeleri (Deniz kenarı bir köyde yazın evde askılı ve şortla gezmek kadar doğal ne var bilmiyorum.) ve yönetmenin kızların bedenlerine odaklanması heteroseksüel erkek bakış açısı ve cinsel objeleştirme olarak yorumlanıyor. Kadın bedeninin zaptedilmesi konulu bir filmde kızların bedenlerine odaklanan yönetmeni kınamamak elde değil gerçekten.
Son olarak birkaç şeyden daha bahsetmek gerek. Sex-positive feministlerin ve LGBT’lerin Kanada-Toronto’da organize ettiği Feminist Porno Ödülleri yine pek çok feminist tarafından eleştiriliyor. Feministlerin FEMEN’e karşı aldığı cephe ise bugün çok net. Özetle bugün dünyada kadın bedenini bunca saklayıp, hiçleştirmeye çalışan iki grup olduğu görülüyor. İslamcılar ve feministler.
Feminist Yarar
Geldiğimiz noktada kadınların durumu dünyada ülkeden ülkeye hatta şehirden şehire farklılık gösterir. Hindistan’ı kadınlar için bir cehennem olarak adlandırabiliriz. Diğer yandan İzlanda kadınlar için bir cennet sayılabilir ve bu iki ülke de yaşadığımız bu dünya üzerindedir.
İşte istatistikleri, çeşitli verileri ve pek çok görüntüyü yorumlamak burada karmaşıklaşıyor. Dünyanın iki uç noktasından mesela Nijerya ve Norveç’ten tecavüz istatistikleri paylaşmak ve bu istatistiklerden yalan yanlış sonuçlara varmak kadınlara bir yarar sağlamıyor. Kurban haklılığı yaratmak adına ajite verilerle oluşturulan tek şey feminizmin itibarsızlığı. Kendini kadın mücadelesini dezenformasyona boğan ana akım feminizmin yalan istatistiklerini ve verilerini teşhir etmeye adamış olan ABDli yazar Christina Hoff Sommers’ın şu cümleleri önemli. “Eğer gerçekten, kadınların içinde bulundukları durumu iyileştirmeye kendimizi adadıysak, doğru dürüst verilere ihtiyacımız var. (…) Asılsız oldukları halde, bu uydurmalar, kongre tartışmaları için dayanak, yeni yasamalar için ilham ve üniversite programlarının odak noktası olmuşlardır.” (7) Sommers’ın sık sık dile getirdiği ve hiçbir dayanağı olmayan meşhur feminist mitlerden bazıları:
– Kadınlar dünyanın yarısını oluşturmakta, toplam çalışma süresinin üçte ikisinde etkili olmakta, dünyadaki gelirin %10′unu alırken, dünyadaki varlığın %1′inden azına sahip olmaktadır.
– Üniversitelerdeki her 5 kadından 1′i cinsel tacize uğramaktadır.
– Kadınlar, erkeklerle aynı işi yaparken onların kazandığı her 1 dolara karşılık, 77 cent kazanmaktadırlar.
Yanlış giden şeyleri düzeltmek için yalan istatistikler, çarpıtılmış veriler sunmaya gerek yok. Dahası bu, feminizmin itibarına ve sözüne gölge düşürecek, neredeyse komplo niteliğinde bir yöntem. Ancak ne yazık ki feministlerce sık sık kullanılıyor.
Sadece istatistikler değil “feminist yarar” adına feminist bilim eleştirmenliği bir dönem moda bile olmuştu. Ne yazık ki bugün de pek çok taraftara sahip olsa da özellikle feminist bilim insanları tarafından daha soğuk kanlılıkla yapılmakta. Bu noktada feminist bilim eleştirisine, karşı eleştiri getiren iki önemli isimden bahsetmek yerinde olacaktır. New York Üniversitesi’nde matematik profesörü olan Alan Sokal Şakanın Ardından (Postmodernizmin Bilimsel, Felsefi ve Kültürel Eleştirisi) kitabında (8) genişçe bir bölümü bilime yönelik postmodern eleştirilere ayırır. Oxford Üniversitesi Uygulamalı Felsefe bölümü profesörü Janet Radcliffe Richards, The Sceptical Feminist kitabında hem feministlere hem de anti-feministlere karşı liberal feminizmin savunusunu yaparken feminist yarara karşı net bir tavır alır. Yazının bu kısmında bu iki kitaptaki çeşitli verilerden ve alıntılardan yararlanacağım.
Feminist bilim eleştirisi, bugün dahi kadın çalışmalarında son derece ciddiye alınan bazı temel metinler etrafında gelişti. Carolyn Merchant’ın The Death of Nature’ı, Sandra Harding’in The Science Question in Feminism adlı çalışması ve Evelyn Fox’un Reflections on Gender and Science adlı kitabı ile nihayetinde Luce Irigaray’ın Social Text’i temel postmodern feminist eleştiriler olarak bugün de güncelliğini koruyor.
Bilime yönelik feminist bir eleştirinin uzandığı ilk yer modern filozoflar olmuştu. Bugün de her yerde karşılaştığımız, metin içinde kadın düşmanlığı arama oyunu buralara dayanıyor yani. Modern bilimin kurucularından bazılarının (Bacon başta olmak üzere) metinlerinde arkeolojik kazıya girişen feministler bazı “yararlı” veriler elde ettiler. Bazı metinlerdeki işkence ve tecavüz metaforlarının Newton fiziğine dek uzandığını ve bilimin -özellikle fiziğin- eril “yapısının” deşifre edildiğini söylüyorlardı. Hatta bu öyle bir noktaya varmıştı ki feminist bilim eleştirmeni Sandra Harding şöyle söylüyordu: “… Newton’ın yasalarından ‘Newton’ın tecavüz kılavuzu olarak bahsetmek neden ‘Newton’ın mekaniği’ demek kadar aydınlatıcı ve dürüst değildir?” (Sokal, 2011, s. 124) Feminist eleştirmen açık olarak evrensel fizik yasasını beğenmiyor ve kadın düşmanı buluyordu. Yani bilim insanlarının değil, kanunların cinsiyetçi olmasıydı bu defa söz konusu olan. Burada Alan Sokal’dan bir alıntı yapmak doğru olacaktır.
“… Modern bilim gerçekten cinsiyetçi varsayımlar içeriyorsa, feminist teorisyenlerin tarihteki tartışmalardan bağımsız bir şekilde bu önyargılı varsayımları tespit edip eleştirebilmeleri gerekirdi. Aksi halde, bu “kaynak hatasına” düşmek olurdu: diğer bir deyişle, bir fikri içeriğine göre değil, kaynağına göre değerlendirmek hatası. (…) Merchant ve Harding gerçeketen hangi teorinin doğru olduğunu seçme şansımız olduğunu mu düşünüyor? Eril ya da dişil olsun güneş sistemi nasılsa öyledir.” (Sokal, 2011, s. 126)
Akışkanlar mekaniğinin katı mekaniğe göre daha az gelişmesinin sebebini akışkanlar mekaniğinin dişil, katı mekaniğin ise eril olmasına bağlayan Irigaray da unutulmamalı. Hayles ise bu düşünceyi son derece ilginç bir şekilde devam ettirdi. Ona göre korunum yasaları hemen hemen tamamen erkekler tarafından “formüle” edilmeselerdi o zaman farklı beden türlerinde yaşayan insanlar farklı akış modelleri bulmuş olabilirlerdi.(9)
Ne yazık ki tüm bu çalışmaların en ciddi olumsuz sonucu, bu çalışmalardan dahi haberi olmayan ve yaşları genç feminist yığınların kulaktan dolma bilgilerle bir kanaate varır olmaları oldu. Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada bir kullanıcı açık olarak “bilimin erkek olduğunu” “modern bilimin kabul edilemeyeceğini” söylüyordu. Ana akım feminizm bu safsataların içinde, postmodern belirsizliklerle kıvranır oldu. Sadece kadın sorunuyla ilgili istatistiklerin çarpıtılması ya da veri uydurulması değil toptan bir gerçeklik inkarına kadar vardı ve bu bilim düşmanı düşüncelerini de “Newton’ın ardılarının açıklığa kavuşturduğu elektromanyetik yasalarına uygun biçimde tasarlanmış bir bilgisayarda” (Sokal, 2011, s. 124) yazdılar.
Gelinen noktada söylenecek tek şey var. Christina Hoff Sommer’sın dediği gibi “Kadınları savunanlara tavsiyem: Gerçeği rahat bırakın.”
Sonuç
Bu yazının devamı geleceği için kapsamlı bir sonuca varamayacağım, ama açıkça görülüyor ki bugün feminizmin en büyük problemi neredeyse psikotik bir dünyada yaşamasıdır. Gerçeklere, somut dünyaya, “yaşayan” kadınlara uzak bir feminizm. Bunun uzun vadede de kısa vadede de kadınlara kötü sonuçları oldu/olacak. Piyasanın bugüne dek kadınlara savaşmaları için sunduğu araçlar -ki bunu piyasanın “biz” olduğumuz gerçeğine vurgu yaparak diyorum- tamamiyle gözardı edildi. Gerçekten odadaki fil hakkında konuşma zamanı gelmedi mi sizce de?
Kaynakça
- Eisler, Riane. 2015. Kadeh ve Kılıç. 1. Baskı. İstanbul: Maya Kitap
- Savran, Gülnur ve Tuna, Nesrin. 1992. Kadının Görünmeyen Emeği. İstanbul: Kardelen Yayınları
- Chua, Amy ve Rubenfeld, Jed. 2014. The Triple Package. 1. Baskı. New York: The Penguin Press
- Clarke, Gemma. “Don’t Fall For The Nwet H&M Campaign.” globalhobo.com, 29 Eylül 2016. Erişim: 17.10.2016. <http://globalhobo.com.au/2016/09/29/dont-fall-for-the-new-hm-campaign/>
- Robertson, William. 1972. The History of the Reign of Charles V. In The Progress of Society in Europe. ed. Felix Gilbert, Chicago: University of Chicago Press.
- “Mustang Filmine Dair: Filme Sızan Erkek Bakış Açısı.” Amargi. Kaosgl.com, 27 Mayıs 2016. Erişim: 17.10.2016. <http://www.kaosgl.org/sayfa.php?id=21753>
- Sommers, H. Christina. “Asla Sonlanmayacak 5 Feminist Mit.” çev. Gözde Burcu Narin. liberfe.wordpress.com, 15 Mart 2016. Erişim: 17.10.2016 <https://liberfe.wordpress.com/2016/03/15/asla-sonlanmayacak-5-feminist-mit/>
- Sokal, Alan. 2011. Şakanın Ardından. çev. Gülsima Eryılmaz. 1. Basım. İstanbul: Alfa yayınları
- Hayles , Katherine . 1992. Gender Ecoding in Fluid Mechanics: Masculine Channels and Femininine Flows.