Son zamanlarda gündemde gittikçe yer bulmaya başlayan Suudi Arabistan ve İran’daki ılımlılaşma hareketi, iki ülkede de kadınlar üzerinden ilerlemeye devam ediyor. Batı’daki ve Türkiye’deki kadınlar bu durumu umutla ve sevinçle karşıladılar. Direnişlerinin sonuç verdiğini söyleyen ve kazanımlarının tadını çıkaran kadınların sayısı oldukça fazla.
Peki işin aslı gerçekten öyle mi?
Suudi Arabistan
Suudi Arabistan’daki Ilımlı İslam’a yönelme yankıları, Veliaht Prens Muhammed Bin Selman’la başlıyor. Diğer veliahtları yolsuzlukla suçlayarak hem yolsuzlukla mücadele edip hem rakiplerini saf dışı bırakan Selman’ın, ülkesinin 1979 öncesi Ilımlı İslam’a döneceğini açıklaması, olayların fitilini ateşledi. Peki Selman’ı Ilımlı İslam’a dönmeye iten sebepler ne? İlk olarak, petrol fiyatları geriledi, ülkesinin gelirini 100 milyar dolara yakın azalttı ve Suudi Arabistan’ı darboğaza soktu. Bu da haliyle Veliaht Prens’in tabiri caizse “sırtını petrol gelirlerine yaslayıp, üretmek yerine tembellik yapan” Suudi Arabistan ekonomisinden rahatsız olmasına yol açtı. (Suudi Arabistan zaten geçtiğimiz yıl petrole olan bağlılığı kırmak için “2030 Vizyonu” adını verdikleri yeni bir kalkınma planı çerçevesinde Kızıldeniz kenarında 500 milyar dolarlık “Neom” adlı bir ticaret kenti kurma kararı almıştı.) Bunun için Suudi Arabistan’ın yapması gerekenlerden ilki -tahmin edileceği üzere- Amerika ile ilişkilerini güçlendirmek ve dış dünyaya karşı ülkesinin imajını düzeltmek oldu.
Suud lobisi, Amerika’daki tüm lobiler içinde en güçlü lobi. Amerikan siyaseti içinde lobicilik yapmak için büyük miktarda para akışı sağlamaktalar. Fakat önlerinde bir engel var: Başkan Donald Trump. Trump’ın Müslümanları sevmediği bilinen bir gerçek. Suudi Arabistan’ın İslam’a bağlılığı ve Ortadoğu’daki radikal İslamcı örgütlerin fazlalığı da duruma yardımcı olmuyor. Haliyle Amerika ile ilişkilerini düzeltmek isteyen Arabistan, öncelikle Trump’a kendini sevdirmek zorunda. Batı ise komünizm tehlikesinin geçmesinden ötürü artık radikal İslam’ı beslemenin yarardan çok zararı olduğunu görmüş durumda. Tüm bu bilgilerin ışığında Suudi Arabistan ve Amerika işbirliği için en uygun çıkar yol, İslam Coğrafyası’nın ılımlılaşması.
Peki bu ılımlılaşma neden kadınlar üzerinden tezahür etti? Bunun iki cevabı var. İlki, hepimizin bu aralar özellikle moda olmasına sevindiğimiz akım: Feminizm. Ilımlı İslam’a dönmek ve dış dünyada imajını düzeltmek isteyen Suudi Arabistan’ın yapacağı ilk hamle tabii ki kadınlara birtakım haklar vermek oldu. (Bu durum kadın düşmanlığı savıyla eleştirilen Trump’ın işine yaramış mıdır bilinmez fakat Ortadoğu’da kadınlara haklar verilmeye başlanmasını Trump’ın ziyaretiyle bağdaştıran görüşler mevcut) İkinci sebep ise biraz hazin. Kadınlara haklar vermek kadar, verilen hakları geri almak da kolay, özellikle de bu haklar direnmekle değil, tepeden inme elde edildiğinde. Arap kadınları pasaport almak, yurt dışına seyahat etmek, evlenmek, banka hesabı açmak, bazı alanlarda şirket kurmak ve isteğe bağlı ameliyat yaptırmak gibi prosedür gerektiren işlemler için hala erkeğin onayına ihtiyaç duymaktalar. Hatta 24 Haziran’da kadınların araba kullanma yasağının kalkacağı resmi olarak açıklanmasına rağmen henüz 15 Mayısta yetkililer, yasak karşıtı kadın aktivistleri tutuklamaya ve basına açıklama vermelerini engellemeye devam ediyordu. Neden bu haklar değil de araba kullanabilmek ya da stadyumda maç izleyebilmek? Çünkü bunlar zaten şeriata aykırı değil, yani aslında Suudi Arabistan henüz hiçbir kanundan feragat etmiş değil. Bu hakların hepsi göstermelik ve bunları kadınlardan geri almak, ne yazık ki, oldukça kolay. Burada durumun iyice anlaşılması için bir parantez açmakta yarar var. Suudi Arabistan geçtiğimiz yıl epey tartışmaya yol açan bir kararla Birleşmiş Milletler Kadın Hakları Konseyi’ne dahil oldu, özellikle de kadın hakları konusunda çağın en gerisinde kalan ülkelerden biri olmasına rağmen. Buradan bu “reformların” ne kadar dış faktör kaynaklı olduğu anlaşılabilir. Aslında Suudi Arabistan reformları aşağıdaki haberden farksız: devlet destekli ve muhtemelen geçici.
Sonuç olarak, Suudi Arabistan Amerika Birleşik Devletleri ile 350 milyar dolarlık (110 milyarı silah olmak üzere) ticaret anlaşmasını imzaladı.
İran
Ezeli rakibi hız kesmeden ilerlemeye devam ederken İran’da neler oluyor? İran ve Suudi Arabistan arasında mezhepsel görüntüde olan ve uzun bir geçmişe sahip bir rekabet söz konusu. İki ülke de sadece kendilerine yetmek değil aynı zamanda bölgede önemli aktörler olmak ve müttefik kazanmak için birbiriyle yarışıyor. Suudi Arabistan’ın ılımlılaşma hareketine İran’dan karşı atağın gelmesi beklenmedik değil fakat, İran’da durum biraz farklı.
İran, ahbap-çavuş kapitalizminin ve Suudi Arabistan’a göre çok daha sıkı kuralların hakim olduğu bir ekonomik yapıya sahip. İslami hareket ise devletin her kademesine yayılmış durumda. Bu da halkın ekonomik olarak güçlenerek ya da devlet kademelerine sızarak rejimi değiştirmesini imkansız kılıyor. Suudi Arabistan’da ise halk zenginleşiyor ve zenginleşmeye bağlı olarak özgürlük talepleri de artıyor. Suudi Arabistan’da rejimi değiştirmek kolayken İran’da bu oldukça zor.
Yıllardır süregelen “Türkiye İran mı oluyor?” tartışmaları bir yana, aslında kentleşme sürecini paralel yaşayan Türkiye ve İran birçok yönden birbirine benzemekte. Suudi Arabistan’dan farklı olarak İran, Türkiye’dekine benzeyen örgütsüz, rejime muhalifi kitleye başkent Tahran’da sahip. Özgürlük talepleri Tahran’dan gelirken, kırsalda benzer titreşimler görülemiyor. Bu sebeple reformlar ilk önce Tahran’da gerçekleşiyor, zira Tahran’ın dışındaki şehirlerde çok fazla talep olduğu da söylenemiyor.
İran’da dinden uzaklaşmanın olduğuna dair iyimser yorumlar sıkça yapılsa da, kırsal kesim dikkate alınarak bu görüşe katılmak pek mümkün değil. Suudlar kadar zengin olmasalar da İran halkının bir standartı var ve halk rejimden memnun değil. İran Devleti bu muhalif sesleri bastıramayacağını fakat kısıtlayabileceğini ve kontrol altına alabileceğini biliyor. Bu yüzden Suudi Arabistan’a benzer şekilde sesleri kısmak ve muhalefetin tabiri caizse “gazını almak” adına talepler neticesinde SADECE Tahran kadınına “başı açık gezdiği takdirde hapse atılmayıp bir çeşit İslami rehabilitasyona alınma” hakkı tanıyor. Sebepler en az Suudi Arabistan’ınki kadar belli: 1- feminizm, 2-kadınlardan hakları geri almanın nispeten daha kolay olması. İran Devleti’nin yaptığı kadın reformları -ki bu kısıtlı alanda verilmiş kısıtlı haklar reform bile sayılmaz- aslında Tayyip Erdoğan’ın, hoşgörülü olduğunu kanıtlamak için göstermelik olarak Etyen Mahçupyan’ı danışman olarak alması ve Bulgar Kilisesi açmasından farksız ve faydasız.
Yine de en azından İran’daki dönüşümün bir sosyal tabanı var.
Görüldüğü üzere, kadınların kazanmanın tadını çıkardığı reformlar aslında pek de kazanım değil. Feminist mücadele ülkelerin muhalifleri bastırmak ya da dış dünyada imajlarını düzeltmek için kadın haklarını vitrin olarak kullanmaları dışında pek sonuç vermiş sayılmıyor. Evet, Suudi Arabistan’da kadınlar artık araba kullanabiliyor, stadyumda maç izleyebiliyor fakat bu durum yarın baskıcı rejimler kadınların sadece bu kazanımlarını değil, temel haklarını da ellerinden aldığında en azından Suudi Arabistan’da bir feminist isyan çıkmasının mümkün olmadığı gerçeğini değiştirmiyor. Bu yüzden kadın hareketine verilebilecek en iyi tavsiye, bu göstermelik haklar karşısında hamasete kapılarak silahları bırakıp gardı düşürmek yerine olayları objektif olarak mantık çerçevesinde yorumlamak, arkaplanını anlamak, ağza çalınan bir parmak bala kanmamak, baskıcı rejimler altında ikinci sınıf vatandaş olarak yaşamak zorunda kalan kadınlarla bağlantıyı koparmamak, yumuşamaya izin vermemek ve bir sonraki hamleyi planlamalarını söylemek olacaktır.