Geçenlerde Amerika Birleşik Devletleri’ne dönerken kendimi Londra Stansted Havalimanı’nda buldum. Sık sık uçakla yolculuk yapan biri olduğum için havalimanı ritüellerine alışkınım. Ayakkabılar, laptop, x-ray tarayıcı… Bu klasiğin son aşaması benim için ve birçok insan için sosyal bir sınav olarak görülebilir. Her neyse, her zaman olduğu gibi kendimi hazırladım ve tarayıcıya girdim.
“Kollarını kaldır. Ceplerinde bir şey var mı? Sabit dur.” gibi telkinlerden sonra görevli tarayıcının bağlı olduğu ekrana doğru yürüdü ve ekrana baktı. Yüzünde aniden cinsiyetimle bağlantı bir panik göründü. Umutsuz bir şekilde gözleriyle beni soyarak anlamaya çalıştı: Kadın mı, erkek mi? Mavi buton mu pembe buton mu? (Evet. Mavi veya pembe.) “Kadın” diye kısık bir ses tonuyla seslendim fakat pleksi cam sesimi boğdu. Arkasından “Kadın!” diye bağırdım: “Pembe buton!”. Diğer yolcular donmuş şekilde bizi izlerken görevli birden aydınlandı ve “Ben seni kadın sanmıştım!” diye gururla bildirdi. Üzerinde pembe bir çubuk figürü olan butona bastı. Vajina, dişi, kadın…
Non-binary bir birey olarak buna benzer hikayelerden yüzlercesini yaşadım ve duydum. Bir kısmı komik, kalanı ise berbattı. Herkesin muntazam cinsiyet kategorilerine bir şekilde uyacağı varsayımına rağmen cinsiyet yönünden hep bir soru işareti olarak ele alındım. Çocukluğumdan beri sosyal ilişkilerim aşırı sarsıcı cinsiyet beklentileri ile dolu oldu. Bu günlerde sadece çift cinsiyetli bir insan olduğum için kendimi non-binary olarak tanımlamıyorum. Aynı zamanda hayatı çift cinsiyetli bir insan olarak deneyimlemek; cinsiyete dayalı beklentilerin ve varsayımların hayatlarımızı nasıl etkilediğini keskin bir şekilde fark etmemi sağladığı için de bu şekilde tanımlıyorum.
İhtiyatsız eleştirmenler benim gibi insanları cinsiyete “takıntılı” olmakla suçlamayı seviyorlar. Fakat takıntılı olmaktan uzak şekilde de birçoğumuz bu durumdan bıktık. İnsanların birbirini mavi veya pembe stereotiplere sığmaya zorladığı bir toplumda yaşamaktan bezdim. Bu cinsiyet stereotiplerinin dayatılmasındaki gaddarlık ve ısrar -ki küçük bir ihtimal dahi olsa bilimle haklı çıkmaya çalışıyorlar- gerçekten şaşırtıcı. Bu klişelere meydan okuma cesaretini gösteren herkes çarpıtma ve alayla karşılaşıyor. Artık bu duruma katlanmak istemiyorum. Benim kimliğim, kaçış için bir temenni.
Çoğu insan toplumsal cinsiyetin biyolojik cinsiyete bağlı olduğunu varsayar. Yani çoğunluk için bu, toplumsal cinsiyetin kişinin üreme özellikleri tarafından belirlendiği ve biyolojik cinsiyetle aynı olduğu anlamını taşır. Buna toplumsal cinsiyetin ‘kimlik’ görünümü diyelim. Simone de Beauvoir’ın görüşlerini benimseyenler için ise cinsiyet, biyolojik cinsiyetin toplumsal anlamıdır. Bunu da cinsiyetin ‘sosyal konumu’ olarak adlandıralım.
Bu iki görüşte de cinsiyetiniz, bedeninizin erkek mi yoksa kadın mı göründüğüne bağlanmıştır. Kimlik görüşüne göre cinsiyetiniz, sadece cinsiyet atanmış bedeninizdir. Sosyal konum görüşüne göre ise cinsiyetiniz, toplumun biyolojik bedeninize göre size yüklediği role indirgenmiştir. Görünen o ki her iki görüş de ikili olmayan cinsiyetlerin var olmadığı -hatta var olamayacağı- anlamını taşıyor. Oysa bu yanlış.
Öncelikle biyolojik cinsiyeti ve toplumsal cinsiyeti arasında mutlak bir bağ olan insanları düşünün. Bu insanlar için ikilik dışı bir cinsiyet var olamaz çünkü -varsayıma göre- insanların her biri ya kadın ya da erkek cinsiyetine sahiptir. Bu görüş, non-binary olmanın ne anlama geldiğine dair çılgınca tartışmaların yapıldığı sayısız blog, forum ve haber sitelerinden yayılmaktadır. Bu tartışmaların hemen hemen hepsi iki cinsiyete de ait olmamanın biyolojik olarak imkânsız olduğu fikriyle sonuçlanıyor. Daha sarkastik katılımcılar ise bu yorumlara ek olarak iki cinsiyete de ait olmadığını söyleyen kimselerin sağlıklı düşünemediğini ekliyorlar.
O halde, öyle görünüyor ki non-binary olduğumu söylediğimde, şaşırtıcı sayıda insan bunu “Kadın veya erkek üreme özelliklerine sahip değilim” olarak algılıyor ve bu iddiamı saçma bularak reddediyor. Bu sadece bir iletişim başarısızlığıdır. Non-binary olmanın biyolojik olarak imkânsız olduğu yönündeki despotça ısrarın son demlerini yaşadığımız söylenemez. Fakat aslında bu despot tavırlı ısrarlar, kötü bir argümanı saklamaya çalışma çabasıdır. Bu durum hakkında çarpıtmalardan uzak bir mantık yürütürsek durumu şöyle özetleyebiliriz:
- Önerme: Bireyin cinsiyeti biyolojik olarak gösterdiği üreme özellikleriyle belirlenir.
- Önerme: Sadece iki olası (kadın ve erkek) üreme özelliği kümesi vardır.
Sonuç: Kişinin non-binary olması imkansızdır.
Burada dikkat edilmesi gereken ilk şey, ikinci önermenin alenen yanlış ve çarpıtılmış olduğudur. 2015 yılında Nature dergisi için yazan bilim gazetecisi Claire Ainsworth, bu basit görünen senaryonun nasıl gerçeklikten uzak olduğunu şöyle dile getiriyor:
“Bu senaryoya göre önemli olan şey, Y kromozomuna sahip olup olmadığınızdır. Eğer Y kromozomunuz varsa erkek, yoksa kadınsınızdır. Fakat doktorlar, bazı insanların bu durumun dışında yer aldığını uzun zamandır biliyorlar. Bu insanların kromozomları bir şey söylerken cinsel anatomileri (yumurtalıkları veya testisleri) başka bir şey söylüyor. Buna ek olarak, DNA ve hücre konusundaki yeni teknolojiler hemen hemen her bireyin değişken genetik materyallerin oluşturduğu birbirinden farklı hücrelerden meydana geldiğini ve bazı bireylerin vücutlarının geri kalanıyla aynı özellikleri taşımayan bir cinsiyet özelliğine sahip olabileceğini ortaya koyuyor.”
Başka bir deyişle, insanları kadın ve erkek olarak net bir şekilde sınıflandırabilecek bir özellik bulmanın imkânsız olmasa da gerçekten zor olacağı fikri; doktorlar, biyologlar ve genetikçiler arasında su götürmezdir. Dolayısıyla ilk önermenin doğruluğunu kabul etsek bile bu argüman yine sınıfta kalır çünkü üreme özellikleri dahi ikili kategoriye tam olarak ayrılamaz. Biyolojik dünya XX ve XY kromozomlarından çok daha komplekstir.
Bu noktaya öylece değinip geçmek acelecilik olur. Doğrusu şu ki interseks insanlar -biyolojik olarak erkek ve kadın özelliklerinin ikisine de sahip olan insanlar- var. Ancak bu durum da ikili olmayan kimliklerle ilgili ufkumuzu pek geliştirmez çünkü non-binary olmak için interseks olmak yeterli veya gerekli koşul değildir. Non-binary bireylerin birçoğu da interseks değildir ve kendilerini böyle görmezler.
Ayaklara sahip olmak yürümekle ilintilidir fakat istersem ellerimin üzerinde de yürüyebilirim.
Bu argüman, interseks olmayan non-binary kimliklerin var olmasının imkânsız olduğu sonucuna varmak için kurulmuştur. Fakat gerçekten öyle olsa bile argümanda hayati bir hata ortaya çıkıyor. İlk önermede kullanıldığı haliyle ‘cinsiyet’ terimi, üreme özellikleri kümesini ifade ediyor. O zaman sonuç kısmında kullanılan ‘cinsiyet’ terimi biyolojik sınıflandırmalara değil, sosyal kimliklere atıfta bulunmalıdır. Yani argüman belirsizdir ve bundan dolayı başarısızdır.
Non-binary kimlikler hakkındaki pek çok tartışma temel terminolojik terim eksiliğinden veya bunların üzerinde uzlaşamama durumundan mustariptir. Bu kavramlar geliştirilmeden ve uzlaşma sağlanmadan filozofların üstdil işlevi dediği durumla meşgul oluruz: Bu durum, bir kelimenin hangi anlamlara gelip gelemeyeceği ile ilgili bir tartışmadır. ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence’in, ABD’de evlilik eşitliğinin yasallaştırılmasından sonra bana “Evliliğin yalnızca bir erkek ve bir kadın arasında gerçekleşeceğine inanıyorum” dediğini varsayalım. Ben de onu yanıltıcı bir cevapla savuşturuyorum: “Sırf kanun hakkında bir şey söylüyor olmanız söylediğinizin doğru olduğunu göstermez!”. Cevabıma dikkat eden herkes asıl noktayı kaçırdığımı anlayacaktır. Açıkça görülüyor ki Pence’nin evlilik ile kastettiği şey İncil ilkelerine dayanan bir şey, yani benim kastettiğim şey değil.
Benzer şekilde, non-binary, agender (cinsiyetsiz), genderqueer (cinsiyet kuiri) gibi terimler geliştiren ve bu terimleri düzenli olarak kullanan topluluklara kısa bir bakış bile bu terimlerin kesinlikle kişinin üreme özellikleri hakkında bir şey ifade etmediğini ortaya koymaktadır. Transgender (basitçe translık) bireylerle ilgili 2017 yılında yapılan nitel bir araştırmadan alıntılanan bir örneği ele alalım:
“Cinsiyetim değişiyor. Bazen kadınım, bazen erkeğim, bazen her ikisiyim, bazen de hiçbiri değilim.”
Bu örnekte “kadınım” ifadesi yerine “vajinam var” ve “erkeğim” ifadesi yerine de “penisim var” ifadesini koyarsak sonuç oldukça anlamsız olur. Yine de şüphecilerin argümanının geçerli olması için, toplumsal cinsiyet ifadesinin kişinin üreme özelliklerine atıfta bulunması gerekir. Bu önermeyle ilgili temel sorun -semantik kurallarını ihlal etmesi dışında- kimsenin bu zırvaya gerçekten inanmamasıdır. Cinsiyetin sadece vücut parçalarından ibaret olduğunu savunan klişelere rağmen pratikte hiç kimse cinsiyetin ‘kimlik’ görüşüne sahip değildir. Eğer cinsiyet üreme özelliklerinden başka hiçbir şey değilse insanların üreme özelliklerine göre davranışlara ve tutumlara sahip olmaları, sevmeleri ve hareket etmeleri gerektiği konusunda ısrar etmek; insanların davranışlarını boylarına, kilolarına, göz renklerine göre değiştirmeleri gerektiği konusunda ısrar etmekle aynı şeydir.
Üreme özellikleri; kişilik, fiziksel yetenekler veya sosyal ilgi alanları ile ilişkili olsa bile bunların hiçbiri normlara bağlı olmak zorunda değildir. David Hume’un bize öğrettiği gibi: Bir şeyin öyle yapılıyor olması öyle yapılması gerektiğini göstermez. Ayaklara sahip olmak yürümekle ilintilidir fakat istersem ellerimin üzerinde de yürüyebilirim. Dile sahip olmak, tat almakla bağlantılıdır ama her gün Soylent içmeye karar verirsem bu kimseyi ilgilendirmez. Sadece vücut parçalarının değil, cinsiyet kategorilerinin de kişinin nasıl olduğunu belirlediğini kabul ettiğimizde “kimlik görüşü” sorunu çözülmüş olur. Olması gerekenleri inşa etmek, cinsiyetin vücut parçalarından daha fazlası olduğunu kabul etmektir.
Cinsiyetin vücut parçalarından daha fazlası olduğu fikri feministler için yeni bir haber değil. Cinsiyetlerin belirli biyolojik özelliklere göre toplum tarafından atanan konumlar olduğu ve cinsiyet kimliği ile toplumsal cinsiyet arasındaki ayrım; feminist teorisyenler ve aktivistler tarafından uzun süredir dile getiriliyor. Şüphesiz ki feministler arasındaki bu düşünce tarzı, kadınların doğuştan itibaren nasıl olmaları gerektiği yönündeki fikirlerin çürütülmesinde ve yaygın olarak maruz kalınan toplumsal ayrımcılığın açığa çıkmasında oldukça yardımcı oldu.
Sosyal konum görüşü, bedensel özellikler ile toplumsal cinsiyet arasında ayrım yapıp toplumsal cinsiyeti sosyal bir fenomen olarak kabul etse bile yine de cinsiyeti, atanan cinsiyete bağlar. Bu teoriye göre kişi için sosyal olarak kadın ataması yapıldıysa (veya öyle doğmuşsa) kadındır. Birçok non-binary kişi sosyal olarak erkek veya kadın olarak işaretlendiğinden, sosyal konum görüşüne göre bu kişiler de erkek veya kadındır. Non-binary bir kimlikleri yoktur.
Burada yine bir dil yetersizliğiyle karşılaşırız. Birçok non-binary birey, halihazırda ikili cinsiyetlerle işaretlenmediklerini veya atanan cinsiyetlerine göre sosyalleşmediklerini iddia etmezler. Bu bireylerin non-binary kimlikleriyle kastettikleri şey, toplumsal cinsiyete dayalı bir sosyalleşme eksikliği değildir. Peki öyleyse non-binary olmak ne anlama geliyor?
İç içe girmiş fakat radikal olarak ayrılmış dünyalar arasındaki cinsiyete bağlı gerçekliği görmek için Tiresias olun!
Non-binary olmakla ilgili popüler görüşlerden biri non-binary’liğin, toplumun kadınlık ve erkekliğe atfettiği rolleri sahiplenmeyen, reddeden, cinsiyet bozucu (gender-nonconforming) veya androjen (çift cinsiyetli) birey olmak olduğudur. ‘Androjen’, ‘akışkan cinsiyet kimliği’ (gender fluid) ve ‘ikili olmayan’ gibi terimler, pazarlama kampanyalarında ve sosyal medyada sıklıkla birbirinin yerine kullanılır. Oysa bu terimler her durumda birbirlerini karşılamaz çünkü non-binary bireylerin bir kısmı androjen değilken birçok androjen de non-binary kimliğini sahiplenmez. Yine de non-binary bireylerin genellikle androjen olduğunu söyleyebiliriz. Ancak çoğu durumda androjenlik, cinsiyetin ne kadar gaddar ve boğucu olduğunun farkına varmanın katalizörüdür ve toplumsal yapılara uyma yeteneği sürekli olarak denetlenen biri için göz ardı edilemezdir.
Birkaç ay önce bir gün kadınlar tuvaletinden çıktığımda karşımda çok kızgın bir adam ve kız arkadaşı olduğunu düşündüğüm birini buldum. Adam, “Kadınlar tuvaletinde ne yapıyorsun?” diye bağırdı ve “Seni eşek sudan gelinceye kadar döverim!” diye ekledi. Nasıl cevap verdiğimi tam olarak hatırlamıyorum fakat onu kadın kodlu ses tonumla cevapladım. Adamın tavrı tamamen değişti ve ağzında “Sandım ki… Benziyorsun…Şey…” şeklinde belirsiz bir şeyler geveleyerek hızlıca uzaklaştı.
Bu tür deneyimler bana algılanan cinsiyetimizin hareketlerimizi nasıl ve ne kadar kısıtladığını öğretti. T S Eliot, The Waste Land (1922) adlı şiirinde, bir kadına dönüşen kâhin Tiresias’ı ‘kör olsa da… görebilen’ biri olarak tanımlar ve bu tanımda oldukça haklıdır. İç içe girmiş fakat radikal olarak ayrılmış dünyalar arasındaki cinsiyete bağlı gerçekliği görmenin en iyi yolu Tiresias olmaktır. Bazıları bu dünyalarda yaşamayı tercih eder, evet; non-binary olanlarsa alternatif bir yol arar.
Ben non-binary kimliği, ne yapacağımızı ve ne olacağımızı zorbaca kontrol eden cinsiyet sisteminin yıkılması ve kendi kendini inşa eden yeni cinsiyet sisteminin oluşmasını isteyen, kendini anlama çabasında olan herkes için utanmadan kullanılabilecek bir politik kimlik olarak görüyorum. Filozof Kate Manne’nin Down Girl (2017) adlı kitabında belirttiği üzere, bu sistem ikili cinsiyet rollerine uyan insanlara değer verip ödüllendirirken uymayanları yargılar ve cezalandırır. Non-binary olmak demek, kişinin bu sisteme varoluşunun kavramsal özüyle karşı çıkmasıdır.
Sonuç olarak, non-binary kimlik, androjen üreme özelliklerine veya görünüşüne sahip olma esasına dayanmaz. Androjenliğin kendisi ikili cinsiyet kavramlarına atıfta bulunarak tanımlanır, evet fakat cinsiyete gösterilen uyum ve hatta uyumsuzluğa uyum, non-binary kimliğin bir gerekliliği olamaz ve non-binary olma hali halihazırda çözmeye çalıştığı kavramları destekleyecek şekilde tanımlanamaz. Kadınlık ya da erkeklikten farklı olarak non-binary kimlik herkese açıktır ve kimseye dayatılmaz. Özcülüğe radikal bir biçimde karşıdır ve yalnızca kişisel isteğe bağlıdır.
2014 yılında The Washington Post gazetesine röportaj veren non-binary genç Kelsey Beckham, “Erkek kıyafetleri giyen bir kız olmak ya da erkek gibi görünen bir kız olmak istemiyorum. Ben sadece insan kıyafetleri giyen bir insanım!” ifadelerini kullandı ve Beckham’ın iddiaları, non-binary kimliğin merkezine yerleşti. Beckham, onların kadın veya erkek kodlu cinsiyet özelliklerine ve cinsiyete dayalı bir sosyal konuma sahip olduklarını inkâr etmiyor ya da androjen bir estetiğe sahip oldukları konusunda ısrar etmiyor. Bana göre, Beckham’ın iddiası “Neden beni ikili cinsiyet kavramlarıyla algılamakta ısrar ediyorsun?” şeklinde bir meydan okuma olarak yorumlanabilir. Bu açıklama, bir kişi hakkında neredeyse her şeyi -ilişki, meslek, kıyafetler, boy uzunluğu, atletik yetenekler, zekâ, kişilik, mide bulantısı (hamilelikle ve dolayısıyla kadınlıkla ilişkilendirilen) ve dahası- görmek ve değerlendirmek için bir mercek olarak sürekli ve düşünmeden kullandığımız ikili cinsiyet kategorilerini bir an için bile olsa aydınlatıyor.
Bu alışkanlığı haklı çıkaran nedir? Neden bunu yapmaya devam ediyoruz? Non-binary kişiler, ikili kategorilere uymayı reddederek bu soruları gündeme getirir ve var oluşlarıyla bu soruların cevaplanmasını mecbur kılar. Diğer feminizmler, kadınlık ve erkekliğe verilen orantısız değerleri sorgulayarak ortaya çıkan cinsiyet eşitsizliklerini vurgularken; non-binary hareket, neden bu kategorilerde ısrarcı olduğumuzu irdeliyor.
Bazıları bu kategorileri aşırı duygusal hale getirmeyi tercih ediyor, ben yakmayı tercih ediyorum.
Dünyayı pembe ve mavi butonlara indirgemek için fiziksel özelliklere, estetik ifadelere, cinsel yönelimlere, kişiliklere ve sosyal eğilimlere gereğinden fazla güvendik. Pembe ve mavi butonlarla kastedilen bu kategoriler elbette normlara uygun şekilde tayin edilir ve aktivist Riki Wilchins’in deyimiyle bu kategorilere uymayan herkesin ‘cinsiyet artığı’ (gender trash) olmanın sıkıntısını çekmesi gerekir. Yakın geçmişte ‘cinsiyet artığı’ olanları aşağılamak için ‘dyke’, ‘fairy’, ‘tranny’, ‘sissy’, ‘queer’ gibi terimler kullanılırdı. Bunların yanına başka terimler geliştirilirken insanlar bu terimleri ve ‘cinsiyet artığı’ olmayı benimsediler. Non-binary bireyler ise bir adım daha ileri giderek insanları ‘cinsiyet artığı’ olarak yaftalayan kategorilere meydan okudular.
Erkeklik veya kadınlığa dair politikalar öncelikle bu kavramların var olmasını gerektirir. Bu kategorilere meydan okumak ise herkesin bu kategorilerden birine sığdığına dair yanlış ama yaygın varsayımı ortaya çıkarır ve cinsiyetli bedenler üzerindeki toplumsal kontrolü sürdürmek isteyenleri ve özellikle baskın erkeksi normlara uyan erkekleri sistematik olarak destekleyen otoriteyi tehdit eder. Eğer insanlar toplumsal cinsiyet ikiliğinin dışında bir ontolojik alanı kucaklarsa bu ideolojiyi zayıflatır. Bu kategorilerin sürekliliği, bizi belirli sosyal rollere daha uyumlu kılan üreme özellikleri kümesi olarak anlaşılan cinsiyetin; ikili, evrensel ve doğal olduğu efsanesine dayanır. Non-binary cinsiyete yönelik iddialar, cinsiyetin toplumsal konum görüşünün aksine, üreme özellikleri ile sosyal konum arasında bir yarık yaratır ve toplumsal cinsiyetin ontolojik temellerini ve politik gerekçesini sorgular.
Bu sorgulamaların hiçbiri ikili cinsiyet sistemi içindeki toplumsal cinsiyet direncini kırma amacı taşımaz. Kadınların ve erkeklerin istedikleri gibi görünebilmeleri, hareket edebilmeleri ve basitçe var olabilmeleri gerektiği konusunda ısrarcı olmak değerlidir. Sayısız insan kendini erkek veya kadın olarak tanımlarken aynı zamanda cinsiyet normlarını da alt üst ediyor. Birçoğu için bir erkek ya da kadın olarak anlaşılmak, çocukken nasıl sosyalleştiklerini, başkalarının bedenlerini nasıl yorumladıklarını veya kendi bedenleri hakkında ne hissettiklerini açıklamak için bir işlev taşıyor. Şimdilik bu iyi bir haber ama yine de cinsiyet kategorilerine ne kadar çok balyoz koyarsak o kadar iyi. Bazıları bu kategorileri aşırı duygusal hale getirmeyi tercih ediyor; ben ise yakıp kül etmeyi tercih ediyorum ve bilmelisiniz ki barbeküde herkese yetecek kadar yer var…
Ben ve diğer non-binary bireyler, erkeklerin ve kadınların istedikleri her şeyi yapabilecekleri konusu üzerinde durmak yerine insanları neden kadın veya erkek olarak kategorize ettiğimizi sorguluyoruz. Hangi kategorilerin sosyal hayatımıza yön vermesi gerektiği ile ilgili sorulara sadece dünyayı tanımlayarak cevap veremeyiz çünkü dünyayı nasıl tanımlamamız gerektiği de bir başka önemli sorudur. Bu sorular doğası gereği normatif sorulardır. Filozoflar yıllardır bazı kategori yöntemlerinin kullanılmasının daha iyi olup olmadığını tartışıyorlar. Örneğin gerçekliğin bilimsel tekniklerle en iyi nasıl kategorize edilebileceğini belirlerken basitlik ve açıklayıcılık oldukça önemli hususlardır. İkili olmayan kimlikler, bizi ikili cinsiyet kategorilerini benzer bir incelemeye tabi tutmaya ancak bunu yaparken ahlaki ve politik hususlara her zamankinden daha fazla dikkat etmeye zorlar. Sadece bu kategorilerin ne olduğunu değil, aynı zamanda onları kullanmaya ihtiyacımız olup olmadığını da sorar.
Aşina olduğumuz cinsiyetin sonuna yaklaştık mı? Yoksa hâlâ doğduğumuzdan beri bize dayatıldığı gibi sürüyor mu? Daha iyimser günlerde, özellikle öğrencilerimle etkileşime girdikten sonra bu konuda kendimi daha umutlu hissediyorum. Fakat yakın zamanda ABD Adalet Bakanlığı’nın işyerinde ayrımcılık yasalarının cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık söz konusu olduğunda geçerli olmamasını emrederek trans haklarını ortadan kaldırdığını, Trump yönetiminin doğumda kişinin cinsel organına dayanarak cinsiyeti tanımladığını ve bu yolla trans bireylerin varlığını yasal olarak silmeye çalıştığını ve 31 yaşındaki siyahi trans kadın Ciara Minaj Frazier’in 2018’de sadece ABD’de öldürüldüğü bilinen 22. trans kişi olduğunu okudum. Bugünlerde ne hissettiğimden emin değilim.
Bildiğim şu ki cinsiyet kategorileri sadece bozuk ve sorunlu değil, aslında bu sistemler hiçbir zaman gerçekten işlemedi. Bu yapılar hem ikili hem de ikili olmayan non-binary insanların zihinsel ve fiziksel sağlığına zarar verir, ekonomik eşitsizliği teşvik eder ve cinsel şiddetle beraber cinsiyete dayalı diğer şiddet türlerini de körükler. ‘Cinsiyet artıkları’ olmak -özellikle siyahi olanlar- yanlış bir adımın ya da sadece kötü şansın işsizlik, taciz, tecavüz, dayak ve hatta ölümle sonuçlandığı bir hayata neden olur. Bebeklerin cinsel organlarının yaşamlarının çoğunu belirleyen ikili bir sisteme göre kodlanmasını zorunlu kılan bu kültürü sorgulamaya devam etmeliyiz. Çünkü bu gerçekten de bir cinsiyet obsesyonu.